Düşünün ki bir lider parkta, hem de Gülhane Parkı’nda oturmuş, yine önemli bir devrimini hayata geçirmek için orada olanlarla samimi bir havada sohbet ediyor!Atatürk’ümüz, İsmet İnönü, Gaziantep milletvekili Kılıç Ali ve diğerlerine yönünü dönmek için banka ters oturmak zorunda kalmış biri daha var! Geri planda bu sohbeti dinleyen bir kalabalık. Peki niçin toplanılmış #GülhaneParkı’na? Gazi Atatürk’ümüz parkta yeni Türk harflerini göstermek için, yazı tahtasının getirilmesini bekliyor! Belli ki orada olan herkes çok heyecanlı. Yapılan sohbet de mutlaka dil üzerine! Bir park eğitim için seçilmiş!


Bir millet düşünün; yüzyıllarca sürekli birbirine karıştırılan, ses bakımından harf eksikliği olan kendine tamamen yabancı bir dilin alfabesi ile kendini ifade etmeye çalışsın! Aslında bir milletin de değil, “bir milletin içinde yer alan küçücük bir azınlığın alfabesi” demeliyiz! Çünkü o millet için zaten okul denilen eğitim yuvası yoktu ki alfabe konu olsun? Ya da öğrenmek istese de bu birçok harfi birbirine benzeyen karmaşık harfleri ayırdedebilsin? Herkesin kaleminden çıkan yazıyı okuyabilsin!
Zaten Gazi Atatürk’ümüz harf devrimi yapmadan çok önce Osmanlı Arap harflerinin bu karmaşık yapısı, Türkçedeki sesli harfleri doğru telaffuz edilememesinden ve hatta asker tarafından iyi öğrenilememesi yüzünden askerin şifreyi yanlış okuması ya da anlayamaması sebebiyle savaş ve tatbikatlarda büyük kayıplar vermesine sebebiyet verdiğinden, Osmanlı’da ordu çoktan Latin harflerine geçmişti. Aynı şekilde II.Mahmut’tan bu yana yine giyim-kuşamda reformlar yapıldığından hem II. Mahmuttan sonra gelen tüm padişahlar hem de asker; ceket, pantalon, iskarpin ayakkabı gidiyordu. Burada tek sorun padişahların bu yenilikleri saray ve askeri yapının dışında halka indirgeyememiş olmasıydı. Bu reformları yapmakta tepkiden korkuyorlardı, çünkü halkı o dönemin dünya algısını, gelişen medeniyeti anlayabilecek eğitimden yoksun bırakmaları, sarayın alacağı tepki yüzünden gözünü korkutuyordu.
Ülkelere Göre Okur Yazarlık Oranının Değişimi

Yukarıdaki tabloya bakarsanız, dünyadaki okuma-yazma oranına, okur yazarlığı en yüksek ülkelerin hangi yıllarda eğitime önem verdiğine, Osmanlı’nın bu yıllardaki okuma-yazma oranına ve Gazi Atatürk’ümüzün memlekette okuma yazma oranını artırmasıyla artan okur-yazar oranına bakınız! Buradaki istatistik veriler her şeyi ortaya koyuyor zaten!
Osmanlı’da okuma-yazmanın ne zaman başladığına bakacak olursanız, istatistik okuma-yazmanın 1840’Ii yıllarında başladığını bizlere gösteriyor. Tabloda
gördüğünüz %4-5 gibi bir oran mevcut. Fajat bu oranı da değerlendirirken bu oranın tamamının Osmanlı’nın Türk vatandaşı olduğunu söyleyebilmek imkânsız! Burada okutanlar büyük çoğunlukta o dönemlerde Osmanlö’nın bünyesinde yer alan Ermeni, Yahudi, Musevi vb azınlıklara ait okullar. Yani ülkede aynı zamanda ticaret yapma hakkı olan, maddi durumu oldukça iyi, o kadar iyi ki çocuklarının eğitimine önem verdikleri için kendi okullarını açmış, kendi eğitimcilerini yetiştirmiş ve ailelerin eğitim politikasını birinci seviyede tutan, dünya görüşü üst seviyelerde olan kimselerden bahsediyoruz. O sebeple Osmanlı dönemindeki eğitimden bahsedeceksek azınlıklar ve onların çocukları için açmış oldukları eğitim yuvalarını hesaba katmadan Osmanlı’daki
okuma-yazma oranından ve eğitim düzeyinden bahsedemeyiz!
Sırf Atatürk’ün devrimlerine ve onun yaptığı her iyi işe dil uzatmak, halkın nezdinde Atatürk’ümüzü tartışılır hale getirmek ve bunu yaparak onların da çocuklarını Atatürk düşmanı yetiştirmek amacıyla onu sürekli yıpratmaya çalışanlar, söz konusu harf devrimi olduğunda sanki Osmanlı’nın her şehir, kasaba, köyünde eğitim yuvaları varmış, millet çok iyi Arap harflerini öğrenmiş, hem okuma hem de yazma becerisi geliştirmiş ve bu harfle ilim yapıyormuş gibi, Atatürk’ümüzün Harf Devrimi yapmasının ardından millet sanki alım yatmış, devrim olmuş, cahil kalkmış gibi, Harf Devrimi söz konusu olduğunda, trafi komik dahi olmayan bu cümleyi sarf etmeleri, bu insanların ya okuduğunu anlamayan, zekâ seviyesinde bir gerilim olduğuna ya da Atatürk düşmanlığı yüzünden zehirlenmiş halleriyle nereye saldıracaklarını şaşırdılarını bizlere gösteriyor. Yoksa analitik düşünceye sahip bir insana kalkıp da bu meseleyi bir geri zekâlıya anlatır gibi anlatma gereği duymazdık!
Türk milleti şunu asla unutmasın ki, bu millet ömründe alfabe ile ilk defa Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün Harf Devrimi ile tanışmış, kendi soyu içerisinde ilk okuyan olmuş ve TBMM’yi 1 Kasım 1928’de kabul edilen kanun teklifinin ardından bu millet o günden bugüne eşit şekilde eğitim alma hakkına sahip olmuştur. Sonrasında ise Gazi Atatürk’ümüz eline tahtayı alıp memleketin her yerinde, halka hemen ulaşabileceği, bulduğu her meydanda, hatta parkları dahi açık sınıf haline getirmiş; onların yüzyıllardır cahil bırakılmış, hor görülmüş, söz hakkı dahi olmayan, bir hayvanla eş tutularak yok sayılmış, değersizleştirilmeye çalışılmış tüm aşagılanmalarına son vererek, bu milleti “adam” yerine koyarak, onlara “adam olmayı” öğretmiştir. Dünya nezdinde Türk milletine yer açmış, onun itibarını kazanması ve dünyada da söz sahibi olması için Türk’ü evrensel değerlerle buluşturmuştur. Cumhuriyet tarihiyle birlikte her Türk, kendi soyunun eğitim alanında ilk temsilcisi olarak hayata başlamış ve özgürlüğüne kavuşmuş, Atatürk sayesinde şimdiye kadar hiç olmayan nice değerlere sahip olurken, varlık sebebini her türlü teminat altına almıştır. Atatürk Türk Milletine sadece okuma yazma öğretmemiş, ona kimliğini vermiştir. O sebeple de Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Başöğretmen” sıfatına da sahip, dünya üstünde tek lider olmakla birlikte, Türk’e Türklüğü hatırlayıp manevi olarak da silkelenip kendine gelmesini sağlamıştır!

bu fotoğrafta Türk arıyorsanız hamallara bakınız..
Bu konuları elbette yaz yaz bitmez, fakat burada sizlere hatırlatmak gereken bir konu dağa var ki, bunu da okuyunca biliyorum ki, Atatürk’ümüzün nasıl gözü kara, milletinin geleceğini her şeyin üstünde gözeten ve içte ve dışta ne uğursuzlukta adamlarla savaştığını da anlamış olursunuz!
Sinan Meydan’ın sözcü gazetesindeki yazısından bir alıntı yapalım;
“… Genç Cumhuriyet’in, 1924’te bu medreseleri kapatması, buraları miskinlik yuvası haline getiren bazı din bezirganlarını çok rahatsız etti. Öyle ki, bu din bezirganları, o günlerde Atatürk’ün karşısına çıkıp medreseleri yeniden açmasını istediler.
Atatürk, medreselerin kapatılmasından yaklaşık 7 ay sonra, 17 Eylül 1924’te, Rize‘yi ziyaret etmişti. Valilikten çıkıp adliyeye indiği sırada Rize Müftüsü Mehmet Hulusi (Alemdar) Efendi ve Pazar müftüleri, Atatürk’ün önüne çıkıp ona bir dilekçe verdiler. Dilekçeyi alıp okuyan Atatürk, o derin mavi gözlerini kaplayan öfke bulutları eşliğinde yüksek bir ses tonuyla hocalara şöyle seslendi;
“Demek okul değil de medrese istiyorsunuz? Oysa bu millet okul istiyor. Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin! Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır. Bunu böyle bilesiniz! Para istiyorsanız, size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız, karnınızı doyuracaktır. Siz ibadetle meşgul olunuz. Böyle şeyler düşünmekte mana yoktur. Bu bir kanundur. Bu şunun veya bunun demesiyle değişmez ve değişmeyecektir. Bu kanunu yapanlar da sizden daha alimdirler. Medreseler bir daha açılmayacaktır. Anladınız mı? Alın dilekçenizi!” (Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE), C. 17, s. 23,24)
Orada bulunan halk ve öğrenciler “bravo” diyerek Atatürk’ü uzun uzun alkışladılar. Müftüleri ise kınadılar.
Atatürk, sonra valiye döndü: “Bunlar İranlılardan da ibret almadılar mı? Burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” dedi. (ATABE, C.17, s. 24)
Cumhurbaşkanı Atatürk, bu olaydan sonra, Rize’de rejim karşıtı bir takım gizli çalışmaların olduğunu düşündü. 18 Eylül 1924’te Rize’den ayrılıp Giresun’a giderken yolda Başbakan İsmet Paşa’ya şifreli bir telgraf çekerek hükümeti uyardı. Yapılması gerekenleri anlattı….”
Sinan Meydan’ın sözcü gazetesinde yazdığı bu hassas yazının tanamını şu bağlantıdan okuyabilirsiniz. “Şu milletin yakasını bırakın!” LAİK CUMHURİYET’İN SIRRI
Gazi, Mareşal, Başkumandan, TC Devleti’nin Kurucusu, Cumhurbaşkanı, Başöğretmen, Önder, Lider, Yazar, Düşünür, Stratejist gibi bir insan ömrünün ancak bir ikisine sahip olabileceği pek çok yeteneği, bir başına taşıtan Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatmak elbette ki kolay bir şey değildir. Bir o kadar insanlara, hayvanlara, canlılara değer veren, hak gözeten, herkesin eşit, hür, özgür ve bağımsız olmasını savunan, tüm bu düşüncelerini sözden çıkartıp uygulayan, sadece kendi halkı için değil, tüm ezilmiş halkların güce karşı gösterdiği direnişle egemen güçlerin bayrağını suya düşüren yüksek öngörülü ve donanımlı muazzam bir insan. Ömrü boyunca 4000’e yakın kitap okumuş ve hayatı boyunca çok az uyku uyuyarak bir bedende bir kaç insanın ömrünü sürmüş, seçkin bir üst insan örneği. Haliyle bir insan bu kadar çok başarılı, güçlü, yenilmez olunca çekemeyenlere de çok. O sebeple Atatürk’ü kıskanan, hazmedemeyen, aklı haset, fesat, iftiraya çalışanların yaşadığı Atatürk zehirlenmesi bu zekâ küpü dahi insana zarar veremeyeceği gibi, bunlar düşmanlıklarının dozuna göre Atatürk zehirlenmesi yaşayarak olsa olsa o zehirle kendilerini öldürürler! Çünkü şu vasat, değersiz, yeryüzünde isimlerini kimsenin hatırlamayacağını görüp, tam aksine Atatürk’ün bizatihi kendisinin büyük bir zafer olduğunu ve yenilmezliğini gördükçe, tanrı da bu insanları lanetleyip, bunları sürekli kendini zehirleyerek nefret ve tahammülsüzlük içerisinde sürüp giden, kavga içinde debelenip bir hayatı bahsetmiştir.

Silvan Güneş
Biyografi Yazarı