Semiha Berksoy

Bazı kadın sanatçılarımızın hayatlarını okurken kendimi bir zaman tünelinin içine girmiş gibi hissediyorum, fakat bu öyle böyle bir zaman tüneli değil, geçmişten daha çok geleceği tasvir ediyor bana, hatta zamansızlığı! ‘Nasıl olacak o’ diyorsanız, aynen ilk Türk opera sanatçımız Sdmihs Berksoy’un sanatçı kimliği ve bu hayata bıraktığı, tarzı, tavrı, anlayışı ve şansı olacak! Öyle bir kadın düşünün ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ümüzün  emri ile cumhuriyet döneminin sahneye konan ilk Sesli Türk filminde ve ilk Türk operasında, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde opera sanatının başlıca yapıtlarının ilk sahnelenişinde sahne alsın. 1939’da Berlin’de Richard Strauss’un “Ariadne auf Naxos” isimli eserinde başrol oynayarak Batı Avrupa’da sahneye çıkan ilk Türk opera sanatçısı unvanının sahibi olsun. Görsel sanatlar yakından ilgilenen sanatçı, önemli uluslararası sergilere eserleriyle katılsın!
İlk öykülerini ilkokul öğrencisiyken yazmaya başlamış, zaten o yıllarda yazmak o kadar önemli ki, belli ki küçük yaşta kendini sorgulayıp farkındalıklarını geliştirdikçe, almış olduğu eğitimin de katkısıyla hayatını arzularının peşinde programlayabilmiş!


1929’da halk önünde ilk konserini vermesi. Nikolay Rimski-Korsakov’un Sadko operasından çeşitli aryalar seslendirdiğinde bu konserde ona Cemal Reşit Rey‘in eşlik etmesi, Namık İsmail Atölye’sinde Refik Epikman ile heykel, İsmail Hakkı Oygar ile seramik çalışması, 1931 yılında Muhsin Ertuğrul‘un çektiği “İstanbul Sokakları” filminde rol alması, İlk sesli Türk filmi olan bu filmin çekimi için Paris’e gitmesi ve “Hancı Kızı Semiha” karakterini canlandırmaya, İlk defa bu seyahat sırasında Paris’te bir opera izleyip gerçek anlamda opera ile tanışması, 1932’de, William Shakespeare’in “Hırçın Kız” yapıtındaki “Kate” rolüyle, Muhsin Ertuğrul tarafından açılan Darülbedayi Tiyatro Okulu’nun sınavını kazanarak, burada da öğrenim görmesi, aynı zamanda Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi, Darülbedayi (İstanbul Şehir Tiyatrosu) Tiyatro Okulu ve İstanbul Konservatuarı Nimet Şan sınıfında eğitim alarak ilk şan konserini vermesi, bir taraftan da tiyatroyla ilgilenmesi ve Nazım Hikmet ile tanışması… 1932 yılında Nâzım Hikmet‘in yazdığı, MuhsinErtuğrul‘un sahneye koyduğu “Kafatası” adlı piyeste “Karagözlü Sinyorina” tangosunu söylemesi… Bu ülkenin çok önemli ve büyük değerleriyle olan bir hayatın yaşanması bir ömrün nasıl bir kesişmesi olabilir? 1933’te Tiyatro Mektebi’nden mezun olması ve Okulun mezun ettiği tek kız öğrenci olması “bir insan hayatına kaç meslek ya da hobi sığdırabilir” sorusunda bizlere güçlü bir mesaj vermiyor mu? Nazım Hikmet’in sevgilisi olması dahi, bugün “Biz kendimize kimleri aşık ettik?”, sorusuyla yüzyüze getirmiyor mu? Gerçekten de çok enteresan bir hayat. Bugün cumhuriyet tarihimizin içerisinde “İlkler” olarak bildiğimiz kim varsa hayatına girmiş, çevresinde dönemin hep aydınları olan, birçok ilkin sahibi enteresan bir kişilik Safiye Berksoy. Bu isme ulaşmak kolay değil!.. Ankara Devlet Operası baş artisti, yüksek dramatik soprano, ressam ve tiyatro sanatçısı olarak anılmak ise hiç kolay değil… Hem de cumhuriyetimizin kurulduğu yıllarda, en sancılı dönemler… Bu özel idimler ise cumhuriyetimizin her alanda gelişip serpilmesi için öncülük etmiş cefâkâr insanları…

Semiha Berksoy’a edebiyatçı yazar demek de gerektiğini düşünüyorum, çünkü ilkokulda başlamış öykü yazmaya, 1935’de ise “Mezardan Gelen Mektup” hikâyesini yazmış. Nazım Hikmet Ran ile bir dönem uzun yıllar mektuplaşmış ve birbirlerine yazdıkları bu mektupları daha sonra “Nazım Hikmet ve Tosca’sı Semiha Berksoy” adıyla kitaplaştırmış. Berksoy, 19 Haziran 1934’de Ahmed Adnan Saygun’un bestelediği ilk Türk opera temsili olan “Özsoy” adlı eserde “Ayşim” rolüyle de dikkatleri üzerine çekmiş ve Atatürk’ün de beğenisini kazanmış, ne büyük onur. Burada Berksoy’un Ahmet Adnan Saygun’un ilk operetinin içinde yer alarak onun sanatçının da ilkleri arasına girmesi, mevzuyu daha da derinleştiriyor.

Semiha Berksoy, 1930’lu yıllarda ressam Fikret Mualla ile de tanışır. Fikret Mualla İkinci Dünya Savaşı öncesi Fransa’ya gidince dostlukları mektuplara taşınır. Birbirlerine yazılan bu mektuplar ve yine birbirlerine yolladıkları resim ve desenleri yayına hazırlayarak, vefatından önce kızı Zeliha Berksoy’a bırakır ve bu miras “İki Aykırının Mektupları” adıyla okurlarla buluşur.

Eğitimli bir aileden gelince çocuk da güzel yetişiyor, her ne kadar yetenekli olsanız da tesadüf olmuyor insanın yeteneğini gösterdiği alanlardaki sonuçların başarısı. Aileye baktığınızda da annesi Fatma Saime Hanım’ın ressam, babası Ziya Cenap Berksoy’un şair olduğunu öğreniyorsunuz. Dolayısıyla kızı Zeliha Berksoy’un da tiyatrocu olarak yetiştirmedi, sanatla yuğrulmuş bir ailenin geleneğinden geliyor.

Ses ve güzel sanatlar yeteneğini babasından alan sanatçı, annesi de kendisine hareketlerle (jest) şiir okumasını, şarkı söylemesini ve resim yapmasını öğretmesi, bir çocuğun temelden gelen bu eşsiz eğitimin okulla buluştuğunda sonuçlarının nerelere varabileceği konusunda bizlere, özellikle bugünün anne babalarına çocuklarını nasıl yetiştirmesi konusunda örnek oluyor. İlkokuldayken hikâyeler yazan Semiha Berksoy, bunları bir de resimlermiş! Tabii ki günümüz ebeveynlerine nasıl anlatacaksınız bunu! Daha beteri ‘peki ya eğitimcilerine’ sorusu olacak, beyniniz yanarak!

Semiha Berksoy, 1928’de Dar’ül Elhan’da (Osmanlı Devleti’nin ilk resmi müzik okulu) görev yapan, Türkiye’de Batı müziğinin ilk kadın temsilcilerinden ve dönemin ses uzmanlarından Nimet Vahit Hanım’ın yanına giderek, onun şan öğrencisi oldu. İlk resim derslerini annesinden alan usta sanatçı, 1929’da yaptığı resimlerle beraber gittiği Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi’ne, çalışmalarının beğenilmesinden dolayı burslu olarak başladı. Hayatı boyunca resim yapmayı yemek yemek kadar önemli göremli gördü ve avangart tarzdaki modern çalışmalara imza attı.

Berksoy, Nâzım Hikmet’in yazdığı “Bu Bir Rüyadır” operetinde Fatma rolünü, Cemal Reşit ve Ekrem Reşit Rey’in operetinde Marlene rolünü, “Saz Cazda Dolores del Ranco” rolünü oynadı. Daha sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nın açtığı sınavı kazanarak devlet bursuyla gittiği Almanya’da Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümün’de eğitim aldı ve Akademiyi birincilikle bitirdi (1939).

Aynı yıl, “Richard Strauss’un 75. Doğum Yılı Festivali”ndeki “Ariadne auf Naxos” operasında “Ariadne” başrolünü oynayarak ayakta alkışlanan sanatçı, bu temsille Avrupa’da opera sahnesine çıkan ilk Türk soprano/operacısı oldu. Orada R. Strauss’un 75. doğum yılı şenliklerinde Ariadne auf Naxos operasında başrolde oynadı (1939). Prof. Lohmann onun için; “Semiha Berksoy hoş sedalı bir soprano, eşine nadir rastlanan büyük bir ses ve alışılmamış bir oyun gücüne sahip.” övgüsünde bulundu. Başka eleştirmenlerden de tam not aldı.

Usta sanatçı, Türkiye’ye 1940’ta döndü ve ilk konserini Cemal Reşit Rey ile verdi. Richard Wagner operalarında sahne alan Berksoy, 1941’de Ankara’da, Carl Ebert yönetimindeki “Tosca” ve “Madame Butterfly” operalarında da oynadı.

Sanatçının “Tosca”daki performansı profesyonel anlamda ilk opera gösterisiydi. Bu ilkler yanında sanatçı “Lüküs Hayat” ve “Deli Dolu” operetlerinde de yer aldı.

Ankara Devlet Operasının kurulmasında Carl Ebert ile birlikte görev alan Berksoy, 1950’de açılan Devlet Operasına solist olarak atandı. Sanatçı 1951 opera sezonunda, temsil edilen “Tiefland Çukurova Operası”nda başrol “Marta”yı oynadı ve ses uzmanı A. Lombardie başta olmak üzere diğer uzmanlar tarafından devlet operası kadrosunda “Birinci Sınıf Dramatik Soprano”olarak belirlendi. 1952’de sanatçıya, Carl Ebert tarafından Beethoven’in “Fidelio Operası”nda dramatik soprano “Leonore” başrolü verildi.

Semiha Berksoy, opera rejisörü Feridun Altuna yönetiminde 1961’de “Hensel und Gratel” Operası’nın prömiyerinde “Hexe” başrolünü temsil etti ve 1963’teki “Kültür Bakanlığı 30. Sanat Yılı Jübilesi”nin galasında Verdi’nin “II.Trovatore Operası”nda ünlü “Azucena” rolünü canlandırdı.

Kadıköy Süreyya Operasında da “Emir”, “Çardaş Fürstin”, “Maskot”, “Leblebici Horhor Ağa” operetlerinde primadonna olarak sahneye çıkan sanatçı, 1999’da, New York City Lincoln Center’de, Robert Wilson’un yönetimindeki, Umberto Eco’nun eseri “The Days Before Death, Destruction and Detroit III”te, Tristan ve Isolde Operası’ndan, Isolde’nin “Aşk Ölümü” aryasını seslendirdi.

Berksoy, 1966’da çıkan personel kanunu ile tekrar baş sanatçı olup, 1972’de kendi arzusuyla emekli oldu. Usta sanatçı aynı zamanda Devlet Tiyatrosundaki dramatik oyunlarda birçok defa rol aldı.

Diyorum ya yaz yaz bitiremezsiniz Berksoy’u. Hatarı ise opera, resim, edebiyatla harmanlandıkça, ortaya farklı bir kişilik, yorum, tarz çıktı. Mutlaka ki kendisini taklit eden bir çok versiyonunu da yaratmadı değil, örneğin Aysel Gürel aklıma geldikçe hep Semiha Berksoy aklıma gelmiştir! Ya da Semiha Berksoy’un görüntü itibariyle de yarattığı çılgınlık, aslında ülkemizdeki sahne sanatları yanı sıra ses birtakım sanatçılarının da cesaretle yüklenmesinde bir öncülük etmiş olabilir mi? Örneğin Zeki Müren’i cesaretlendirmiş olabilir mi? Hoş, Berksoy emekli olduktan çok sonra sıradışı giyim tarzıyla farklı bir görsel kimlik sergilemeye başladı, bu da nasıl yorumlanır bilemiyorum, fakat bu konuda da kendisinin duygu düşüncelerini öğrenmeyi, fikrini almayı çok isterdim. Sonuçta sanatçı sanki bir tuvale gibi makyaj sanatına aykırı, daha çok resim diyeceğimiz bir sürrealist ve İllüstrasyon tarzı ile bir tuvali, kağıdı değil, kendini işliyor. Sıradışı, uçukkaçık ve tamamen yarattığı ekolle kendi olma yolunda gerçekleştiği kimliği, sanata, yaşama renk veriyor. Ve bir Semiha Berksoy, onu tanıyanları, tanımayanlarıyla geçip gidiyor dünyadan…

Silvan Güneş

Biyografi Yazarı

Yorum bırakın