Sevgili Amasyalılar,
Siz bu satırları okurken ben sizlerden çok uzaklarda olacağım, fakat -aslında- belki de en yakınlarınızda bir yerlerde olacağım… Çünkü mektubun her bir satırı size sizleri anlatacak! Bu mektuplar birbirine ulandıkça; kimi yerde rastladıklarınızla mutlu olurken, kimi yerde yitirdiklerinize üzülebilirsiniz!.. Mektubun her bir satırını benimle duygudaşlık kurarak okursanız, işte orada, o kadim Amasya kültürü içerisinden seçtiğim pek çok değerli bilgiye ulaşmakla kalmaz, bilgi ve fikirlerle örmeyi arzu ettiğim istihdamın, dayanışmanın kaynağına da sahip olabilirsiniz! Benim bu sayfalara yazmayı en çok arzu ettiğim ve heyecan duyduğum konu budur…
Bundan beş, altı gün kadar önce, beni bu özel dergide sizlerle buluşturmak için telefonla arayan Sevgili arkadaşım Savaş Tutak’a teşekkür etmek isterim. Türkiye’nin en güzide şehirlerinden biri olan Amasya’nın saymakla bitiremeyeceğimiz tarihi, kültürel, doğal ve ortaya çıkartılmış ya da çıkartılması düşünülen pek çok değerinin, böylesi özel bir dergiyle, bir taraftan kayıt altına alınırken, diğer taraftan her kesimden insanın bundan faydalanmasını düşünmek dahi, -hele de şu günlerde- en büyük hizmettir. Dolayısıyla, Sevgili Savaş Tutak ve birlikte yola çıktığı yol arkadaşlarına, toplumun her kesimine fayda sağlaması amaçlanmış böylesi bir dergiyi çıkartmak için ellerini taşın altına koyduklarından ötürü, teşekkür ediyor, bu emeklerini takdirle karşılıyorum!.. Hal böyle olunca, ben de bu dergide sizlerle yıllardır içimde kalan, yazmak isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım pek çok değerimizi, “Amasya’da istihdam sağlayabilecek” alanlardaki düşüncelerimi, bilgi birikimimi, hayalini kurduğum projeleri sizlerle paylaşmayı ülkeme, Amasya’ma ve halkıma bir hizmet olarak sunmayı seve seve kabul ettim. O nedenle burada yazacağım her şey ilk önce Amasya derlemelerimden ve o derlemeler ışığında Amasya’da ne tür işler yapılırsa, “bir taraftan tarihe, kültüre, doğaya sahip çıkarken diğer taraftan bunun üstünden hayatımızı da idame ettirebiliriz?” sorularına cevaplar aramamız üzerine olacaktır. Öyleyse ben hikâyeme bir taraftan da sizlerle dertleşerek başlayayım istiyorum, -alınmaca, gücenmece olmadan (!)-: hazır mısınız?
Yıllar ne kadar hızlı geçiyor. Amasya’da görevime başladığımda takvim 7 Ocak 1999’u gösteriyordu; oradan ayrıldığımda ise 2004’ü… Şimdi ise yıl 2020. Oradan ayrılalı tamı tamına on altı yıl olmuş. Oysa dün gibi, her şey nasıl da hafızamda!.. Amasya’nın bana ev sahipliği yaptığı ve o şehirde tanıdıklarımın da bildiği, gördüğü kadarıyla ağırlandığım bu beş buçuk yıl süren serüven için, ben hep şunları söyledim; “Amasya, benim askerlik ocağım, acemi birliğim!” Üniversiteyi bitirmiş, hayalleri -eğitimim gereği- sahnelerde olmakken, kendimi “Türk Halk Oyunları Öğretmeni” olarak Amasya’nın kucağında bulmuştum. Haliyle, ilk gittiğim yerleri ilk defa göreceğim zaman hep bir heyecan duyarım. O nedenle, daha önce hiç görmediğim, “Kral Kaya Mezarları”nın varlığından ve içinde ‘Yeşilırmak’ adında bir ırmağın geçtiğinin bilgisinden çok daha önce “Amasya Tamimi” nedeniyle tanıyordum Şanlı Amasya’yı”… Şehir ve kültürü hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir insan olarak, ailemle yaşadığım Kuşadası’ndan, Amasya’ya gitmek üzere, bir otobüs firmasından aldığım tek kişilik koltukla meraklar içerisinde gecenin karanlığında ilerliyordum… Ve şehrin girişini kaçıracağım diye kaygılar içerisinde aşağıya düşen göz kapatmalarımın yarım yamalak arasına süzülmüş uykusu… Sabaha doğru, -saat beş civarları- o güneşsiz havanın kurşuni tonlarının arasında, Amasya/Tokat-Turhal kavşağına kadar geldik. Kalbim küt küt atıyor, yola bakıyorum, hemen ileride bazı evler var, “Acaba orası mı Amasya?” diye acıyla sızlıyor içim. Yol üstündeki evler pek de şehrin henüz başladığı konusunda sinyal vermeyecek cinsten olsa da, “Her ilin girişinde böyle perişan evler, yoksul nüfuslar yok mu sanki?” diye gördüklerime üzülerek yolu takip ediyorum… Bir taraftan da muavini gözlüyorum ki, sorayım, “Amasya’ya ne kadar kaldı?” diye. Halbuki kendisini defalarca uyarmışım, “Sakın ola, ben uyumuş olsam dahi, siz Amasya’ya gelmeden yirmi dakika önce beni uyandırın, rica ederim! Bakın, unutursanız çok üzülürüm, çünkü şehrin girişini mutlaka görmek istiyorum!..” Tabi ki buna gerek kalmamıştı, ben uyanmıştım! Nihayet muavini gördüm ve sordum, “Amasya’ya daha var mı?” “Yok, giriyoruz!” dedi muavin; ardından eliyle sağlı sollu kayaları gösterdi; hemen dibinde, dağın görüntüsünü bozmuş bir kireç ocağının hoşuma gitmeyen varlığı gözlerimi yakarken, “İşte şu kayaları görünce Amasya’ya girdik sayın!” dedi. Otobüsümüz o kadar hızlı ki, sanki biri kovalıyor bizi; biraz yavaş gitmesini arzu ediyorum, bu hiç görmediği şehre doya doya bakayım ve o beni heyecanlandırsın istiyorum; nihayet iç sesimi duymuşçasına hızını biraz kesiyor…
Sisler içerisinde giriyoruz Amasya’ya. Görüntüler bir gelip bir gidiyor. Ucundan kıyısından şehri daha çok görmek istiyorum; derken, aman Allah’ım o da ne öyle? Şehri kucaklayan iki karşılıklı kocaman kaya; solumda kalan en görkemlisinin içine gömülmüş kocaman kocaman odacıklar. Sis bir taraftan açılıp tüm bu haşmetli görüntüyü gözler önüne sererken, diğer taraftan perde gibi kapatıveriyor, o eşsiz görüntüyü saklamak istercesine. Kıskanç sis! Belki de beni tavlamaya çalışıyor, “bu şehirde çalışmak için heyecan duyayım ve bu tayini onaylayayım” diye bana oyun oynuyor. Ve gerçekten de bu gördüklerim beni o kadar büyülüyor ki adeta bir rüya alemindeyim! “Yok canım, rüya mı görüyorum yoksa? Böyle bir güzellik, böyle bir masal şehri olabilir mi?” Adeta yapışmışım otobüsün camına, gözlerim ne âlemde bilmiyorum… Az sonra otobüsümüz durdu, meğer burası şehir merkeziymiş. Meydanında kocaman bir heykel var, ve işte o en öndeki, atının üstündeki Canım Atatürk’üm, “Tabi ki ya, burası ‘Amasya Tamimi’nin yazıldığı kutlu bir tarihe tanıklık etmiş ‘Koca Şehir Amasya’ değil mi ki, ona yaraşır, böylesine heybetli bir heykeli hak etmesin! Bravo Amasyalılara!..” Neredeyse o geniş merdivenlerden aşağıya süzülerek inerken, bir meydandaki Atatürk heykeline, bir Kral Kaya Mezarlarına ve Yeşilırmak’a gözlerimi kaptırmaktan ayaklarım yere basmıyor; sonra, gördüklerime olan şaşkınlığımdan o mıhlanıp kaldığım meydanda bir başıma donakalmışken, kendimi “Çalıkuşu” misali, kalbi küt küt atan, aklı karman karışık olmuş, tarifsiz duygular içinde bulduğumda; şu cümleler döküldü dudaklarımdan: “Ben bu meydanda konser vereceğim; ve bildiğim ne varsa her şeyimi bu şehre adayacağım.”
Hikâye devam edecek…
Silvan Güneş
Biyografi Yazarı
Yönetim ve Organizasyon Bilim Uzmanı
Halk Bilimi Araştırmacısı