Bir Deli Rüzgara

deli.jpg

Bir Deli Rüzgara

Bundan yıllar önceydi, -şimdi böyle girdim ya söze, daha da yıllar öncesi geldi-… Henüz çiçeği burnunda bir mesleğe atandım. Adını söylemeyeceğim. Gittiğim şehire olan aşkım öyle derin, duygularım öyle bahar, heyecanlarım öyle fırtına, adımlarım öyle kuğu misaliydi ki ben tüm bu duygu yoğunluğuyla hedeflerime doğru süzüldükçe, başımdan ayaklarımdan çekip beni yürütmeyen, kanatlarımı, tüylerimi yolmak için pusuya yatmış, kalbimi, aklımı vurmak için siper almış bir sürü gereksiz insan tanıdım. Oysa iş hayatımı hiç de böyle düşünmemiştim. Toprağını erozyonda kaybetmiş dağlar üstüme üstüme gelmeye çalıştıkça, “kim korkar senden ve gölgenden” deyip üstüne üstüne yürüyen ben oldum… Öyle bir cesaret ve motivasyonla atarken kalbim, dedim ki kendime, “Sen Amazonsun, bu senin savaşın.” Evet tek kişilik bir savaştı bu ve “eğer gerçekten iyi savaşırsan hepsini ve herkesi alt edebilirsin”.Öyleyse bu cümleleri kuran bensem, gereğini de yapmışımdır öyle değil mi? “Savaşçıyım ben…” O yüzden çok leşim vardır serde ve bileğimi bükemeyince küplere binmiş çok testim…

Bu testiler mahzenimde halen sıralanmış durur. Yıllanınca derler ya şıra olmuşsa üzüm, iyi şarap olur. Hoş daha yudum yudum içip, keyfini çıkartacak yaşta da değilim. Belli ki cezamız daha bitmedi, çok tepecikler, yokuş yukarıları var çıkmam gereken. Ne yapalım, teleferikle çıkılınca, çıktım olmuyor bu zirveler, terleyecek uzuvların kıvrım kıvrımken…

Gönlümü kaptırdığım her bir işe sevdalıyım ben. Halâl böyle olunca size göre bir maymun iştahlılık bana göre kişisel zenginlik ve entelektüel yanlarımdan botanik bir orman… Öyle şeyler var ki içinde dans, müzik, opera, şarkı, beste yapma, müzikal, senaryo, biyografi, roman, proje, eğitim, sanat vs vs de; peki var mı sana “sahne senin” diyen bir adalet?

Ben böyle böyle kendimle eğlenirken Cemal Gülas adında bir adam var, TRT 1’de “Zamanın Tanığı” adında oldukça iddialı bir isimle belgesel yayımlıyor. İzliyorum kendisini. Öyle hoşuma gidiyor ki yaptıkları, garip bir günümüz seyyahı olarak Anadolu’yu dolaşıyor. Ben de dolaşmak istiyorum ama benim bildiğim gibi… Cemal, o mağara senin, o dere benim esip geçiyor, bir deli rüzgar gibi… Yetmiyor intermete girip kendisini ve yaprıklarını daha çok araştırıyorum. Sonra, “vay” diyorum, dudaklarıma uçuk attırıyor hakkında yazılanlar… Bir gün tanışıyoruz kendisiyle yazışıyoruz, çizişiyoruz, konuşuyoruz ve hayatımda bu kadar bana benzeyen bir adam görmediğimi düşünüyorum. Adam sanki ömrü boyunca aradığım şeyi benim için özene bezene kendine toplamış, ola ki ben ihtiyaç duyduğumda, hazır, önüme bir sabah kalkvaltısı tadında sunabilmeyi bekliyor!.. (Ne yapayım, benim hayatta buluştuğum her şeyde hissettiğim temel bu…)

Profesyonel olarak yapmak istediğim senaryo yazma istediğimi ilk defa Cemal Gülas’in “Zamanın Tanığı” programının iki bölümü için hazırladım. Birincisi Erzurum’da “Sarıkamış” belgeseli, diğeri “Murariye Kapı Tokmakları”, sanırım bir üçüncüsü de “Kaçkar’a Kaçmak” tı, ama onda çok bir katkım olmadı. Cemal Gülas Türkiye’de kendi kendini yetiştirmiş inanılmaz iyi niyetli bir fotoğraf sanatçısı. Hem yaptığı programlardaki tanıtımlarıyla hem de verdiği güçlü mesajlarıyla Türkiye’de önemli bir açığın farkına varmamızı sağlıyor. Her ne kadar TV kanallarında pek çok belgeselcinin TRT veya özel kanallarla yapmış olduğu anlaşmaya istinaden hazırlayacakları programları bir zamanlar çok sıkı takip ediyor olsam da, izlediğim kadarıyla diyebilirim ki Cemal’in taklitleri dahi Cemal sayesinde kendilerini geliştirip, programlarına bir yol vermişlerdir…

“Tuzum” Dediğim Heyecanım Size Biraz Fazla Gelmiş Olabilir
Tabi, senaryo yazmak öyle sen orada ben burada emek tüketmekle olmuyor. Şartlar ve zamanı bir araya getiremeyince, biz bir zamana tanıklık edemedik. Ve çok sevdiğim o senaryo yazma meselesi orada noktalanmak zorunda kaldı. Fakat dalımı, budağımı kırmak isteyen insanlar her zaman her yerdelerdi. İsterseniz dünyanın öteki ucuna gidiniz… Halbuki biz Türklerin çok meşhur bir sözü vardır. “Tebdili mekanda hayır vardır.” derler. O zaman benim için tebdili olmayan o mekana gelen kişi için ne diyeceğiz? Yoksa bu tebdil meselesi kişiye göre değişiyor mu? Ben tabii ki şunu kendimin o kadar farkında olarak yazıyorum. Beni kaybedenler veya şans vermeyenler ne kaybettiklerinin farkında asla değillerdir. Çünkü onlar ne beni ne de içimde bıraktıkları tarifsiz uktenin farkındalar. Biliyorum, tuzum dediğim heyecanım biraz fazla gelmiş olabilir. Ama emin olunuz ki söz konusu heyecanlarınızla dahi aynı kefeye girmeyecek okkadadır. Zaman içinde çok şeyleri anladım, ama görüyorum ki o anladığım şeyleri eğer anlamam gerektiği zaman anlasaymışım o gün üzüldüğümden çok daha üzülecekmişim. Peki önlemini alır mıydım? Evet bunun için de mücadele ederdim ve bugün diyorum ki, iyi ki de o mücadelenin içine girmemişim. “İyi ki kaybetmişsiniz beni.” dediğim, “keşke beni anlayabilseydiniz” dediğimden daha güçlüdür. Hem tercih etmediklerimden kaçarım ben. Ve meğerse hayattaki bazı kayıplar aslında ne büyük kazançlarmış. Ve demek ki kırk yaş ve sonrasının özelliği de buymuş. İnsan duruldukça daha iyi anlıyormuş meğer ve kayalara vura vura coşarak koşmak yerine, nazlı nazlı dolanarak, kayaları yalayarak, tuzun tadına, saydamlığın gerçekliğine vararak ulaşıyormuşsun yerine…

Zekâ tüm engelleri aşar…

Sabırsız taraflarımı biliyorum ben ve yol alıp geçtiğim taşlar eskisi gibi baş kaldırmıyor bana. Sanki onlar da beni kabul etmiş gibi davranıyorlar ama sürüklenerek üstümden gelip geçmeye çalışan taşlar öyle değil. Onlar baş yarmaya, taş taş üstünde bırakmamaya çalışıyorlar. Selin getirdiği o arsız taşlar sufi, nereye gideceklerini de bilmiyorlar. Bilgisiz oldukları kadar hazımsız, hazımsız oldukları kadar iktidarsızlar… Tamam anladık, aldınız rüzgarı arkanıza ve her seferinde hissettirmeye çalıştığınız çavuş ilişkinizin farkına varmamı istiyor/bekliyorsunuz. O yüzdendir ki yaptıklarıma ve yapacaklarıma hiç tahammülünüz yok. İstiyorsunuz ki adımın sanımın geçtiği hiç bir esere imza atmayım. “Eğer atılacak bir imza varsa ben atayım” diyorsunuz ama biliyorsunuz ki bir imzanız dahi yok. “O zaman kimse de imza atmasın” istiyorsunuz. Ah gençken bunlarla iyi uğraşıyordum ben, şimdi ise zamanımı bunlarla harcayıp geçirmek istemiyorum. “Canınız cehenneme” demek daha kolay ve kulak ardı.. Peki bu yorulduğum anlamına mı geliyor? Yoksa herkesi kendi halinde bırakıp çalıyı mı dolanıyorum? Kırk yaş bunu mu öğretti bana? Bak bu çalıyı dolanma mevzusunu mutlaka hatırlatın da bir gün onun hikayesini de anlatayım. Her cümlede bir şey geliyor aklıma, ne de olsa tabiatanada her türlüsünü, bu yaşa gelene kadar bin türlüsünü gördüm ben. Çalı, çırpı, börtü, böcek. Saçlar bitli, yüz sirke satar ama şan, şöhret; çirkin şansı… Sizin anlayacağınız: toprak dediğin de bin bereket ama o da istemezdi suyu yeyince “çamur” diye anılmayı. Hani meşhur bir söz var ya “Dal rüzgarı affetmiş ama kırılmış bir kere”, ben de tırmandığım dağın taşını, bin bereket toprağını, suyu affettim ama fırtına kopmuştu bir kere…

Saygılarımla

Silvan Güneş
Biyografi Yazarı

Yorum bırakın