Çanakkale İçinde Vurdular Beni

TÜRKÜLER OLMASAYDI NE SÖYLERDİK BİZ?

ata1Çanakkale Savaşları, 1. Dünya Savaşı 1915-1916 yılları arasında, Osmanlı İmpatorluğu ile İtilaf devletleri arasında yaptığımız kara ve deniz savaşlarının bütünüdür. O bir yıllık savaş sırasında Türkler yedi düvel karşısında tek başına mücadele vermiştir. Yunanlar, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Anzaklar, Amerikalılar kim varsa üstümüze gelirken, onurlu bir galibiyetle savaş son bulduğunda, tüm bu milletlerin hayatını kaybeden asker sayısı 252 binken, Türkler 250 bin vatandaşını şehit vermişti. Anadolu toprakları üstünde oynanan büyük bir oyun bozulmuştur. İtilaf devletleri her bakımdan üstün olan donanımıyla bize çok zayiat vermiş olsa da Türk halkı da bir o kadar Mustafa Kemal’e olan inancı ve vatan topraklarını savunmadaki direnciyle, canımızı dişimize takmış ölümüne mücadele vermişti…

Biz Türkler her olayın ardından o olayla ilgili duygularımızı paylaşmak için toplumsal, bir takım ihtiyaçlar duyarız. Ağıtlar yakar, yaktığımız ağıt-türkülerle yüreğimizi avutmaya çalışırız. Göz yaşlarımızla sel gibi akan türkü sözleri, birinin ağzından diğerinin gönlüne akarken,  ortak olayların harmanlandığı duygular ve anlayış şeklimiz, farklı kişilerin  de beyitlerle eklediği katkılarla uzadıkça, işlenen konu öyle bir hal alır ki hem her söyleyen kendinden bir şey bulur hem de türkülerimiz zenginleşir… O yüzden, bir ekmeği; başka bir araca ihtiyaç duymadan kendi ellerinle koparıp, paylaşmak gibidir türküler. Toplumu olaylar üzerinden aynı duygudaşlıkla bir araya getirip, birbirine bağlayan bir macundur türküler. Türk’ü anlatmak, Türk’ü söylemektir Türküler. O yüzden “türkü”dür ve sadece Türk’e özgüdür. Türk’ün yaşanan olayın üzerine söylediği son sözüdür. Birlikteliğin ve beraberliğin, en önemlisi de aynı olan gözyaşlarının ve aynı paralelde ve samimiyette birbirine sarılıp hasret gideren, teselli eden cümlelerin, asırlardır aynı şekilde süregelmişliğidir. Fakat ne olduysa, -belki teknolojinin de etkisi oldu bu işte- bir anda türkülerimiz sustu! Her yıl 18 Mart’ta Çanakkale Zaferi ve Atatürk’ü Anmak için düzenlenen törenlerde; Muzaffer Sarısözen’in Kastamonu’da derlediği göz bebeğimiz, bir tane “Çanakkale Türküsü” var;

“Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni
Offf gençliğim ey vah…”

Haliyle hepimiz çok duygulanıyoruz, Çanakkale türküsünü söylerken. Bu türkünün sözlerinden, melodisine kadar çok içten, samimi ve duyguların bir o kadar net bir şekilde kalbimize kadar işlemesinin değerini anlatabilmek elbette kifayetsiz kalıyor her bir gönülde… Fakat neden sadece bir tane “Çanakkale Türküsü” çıkmış, koskoca bir savaşın ardından? Hem de onca acıya ve kayba rağmen, yoksa gönüllerimiz türkü yakayamayacak kadar yanık mıydı? Evet yanıktı, ama zaten biz türkülerimizi de bir o kadar yanıkken yakmamış mıydık? Ağıtlarımızın hepsi böyle çıkmamış mıydı? En çok üzüldüğüm nokta: Çanakkale Savaşı’nda verilen böylesine büyük bir mücadeleyi ve yaşanan tarifsiz acıları anlatabilecek, duygudaşlık kurduğumuz başka bir türkünün olmayışıydı. Eldeki türkünün de bir Kastamonu türküsü olmasıydı. Peki ya Çanakkale’de hiç ağıt yakılmamış mıydı? Ya da bir Muzaffer Sarısözen olmasaydı, onun sayesinde derlenip, notaya alınan, arşivlenen ve bugün pek çok sanatçının canının istediğini raftan çekip söylediği türkülerimiz olmasaydı, neyi anlayacak, nasıl anacak, hatırlayacaktık biz; her yıl 18 Martlarda minnetle andığımız şehitlerimizi? Ha bu arada, Muzaffer Sarısözen’in bu konuda verdiği savaş ise ayrı bir cenk yeridir, onu da başka bir yazımda anlatacağım anlatmasına da kimbilir kaç tane ağıt, derlenemeden yok olup gitmiştir, bunun da hesabını yaparak, bir savaşı, acıyı, dramı, mücadeleyi, özgürlüğü, barışı anlama derdindeyim…

tokatBir diğer türkümüz ise Tokat Yöresine ait.
“Hey on beşli on beşli, Tokat yolları taşlı,
On beşliler gidiyor, Yarimin gözü yaşlı…”

Bu türküde de anlaşılacağı üzere, artık koskoca Anadolu’da savaşacak insan neredeyse kalmamıştır. 18 yaşındaki çocukları topluyorlar, götürüyorlar cepheye, onlar bir daha dönmüyorlar. 17 yaşındaki çocukları toplayıp götürüyorlar, onlar da dönmüyorlar. 16 yaşındaki çocukları toplayıp götürüyorlar, onlar da dönmüyorlar. En son 15 yaşındakilere sıra geliyor. Çocuklara verilen tüfeklerin boyu, kendilerinden uzun. Onlar doğup büyüdükleri topraklara veda ederken, haliyle o bağrı yanık, yüreği yaralı analar, kızlar, kardeşler de ağlıyorlar, sıralanmış şekilde önlerinden çekip giderken. İşte bu türkü de böyle çıkıyor ama gelin görün ki günümüzde bu türkünün bir ağıt olduğunu bilmeyen bazı müzisyenler, eğlence yerlerinde seyircilerini bu türküyle oynatıp coşturmaya çalışıyorlar …

Günümüzde “sanatçı” deyimi kişiye göre değişen bir kavram. Toplum televizyonlarda, yazılı basında, dergilerde, magazin sayfalarında boy boy poz veren insanlarımızı genellikle sanatçı olarak tanıyor. Memleketimizin gerçek sanatçıları ise toplumun kendisini tanıması için bu derece tanıtma kanallarını kullanarak adından söz ettirememiş insanlardan oluşuyor. Magazin dünyasının sayesinde tanıyıp, sanatçı diye andığımız kişilerin içinde sanatçılığı kimseye bırakmayan, kimsenin yaptığını beğenmeyen fakat hiç bir şey üretmeyen o kadar çok sanatçı (!) var ki. Oysa “sanatçı” dediğiniz toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilen insanlar. Samimi ve özgün yapıtlarıyla farklı kollarda üretim yapıp üretimleriyle toplumla ortak bir duygudaşlık kurup, paylaşımda bulunan herkes sanatçıdır. Peki günümüzde bu tanıma uyabilen biri var mıdır? Özellikle enstrümanıyla klasik müzik yapan sanatçılarımızı biraz bu çizgiden uzak tutmaya çalışıyorum. Onlar zaten bizleri özellikle Batı Rönesans’ının ya da Barok Dönemi’nin klasik müzik sanatçılarının bestelerini çalarak bizleri evrensel müzikle buluşturmaya ve evrensel sanat anlayışına katkı sağlamak için canla başla çalışıyorlar. Peki diğer sanatçılarımız ne yapıyorlar? Onlar da ömürleri boyunca zaten anonim olan, hiç bir telif ücreti ödemeyecekleri türkülerden oluşan, eserleri ölene kadar söyleyerek sanatçı etiketini korumaya çalışıyorlar. Sanki başka bir alternatifi yokmuş gibi. Evet yok, çünkü beste yapamıyor, sadece çok iyi nota okuyup, çalabildiği bir enstrüman varsa onu çalabiliyor ya da türküye verdiği sesiyle ancak yorumunu katabiliyor. Elbette bu yazdıklarımın hepsi çok önemli, fakat ya üretim? Bir sanatçıyı sanatçı yapan onun ürettiği eserler değil mi? İşte, kimi zaman beğenmediğiniz, cahil gördüğünüz, aşağıladığınız, yüzüne bakmadığınız köylünün eserleri bunlar. Peki siz konservatuvarlarda müziğin en ala eğitimini aldınız. Aldığınız eğitimi ve kendinizi çok beğendiniz. Her sahneye çıktığınızda türküleri icra ettiniz. Peki o çok beğenerek söylediğiniz ya da çaldığınız türkü gibi bu milletin gönlüne giderecek bir eser besteleyebildiniz mi?

Türküler Olmasaydı Ne Söyleyecektiniz Siz?

Haliyle izleyici kitlesi de kendine göre olan ve salon dışında halkla buluşmayan, her yıl bir kaç defa da olsa bir köye gidip ücretsiz bir konser vermeyi düşünemeyen bu sanatçılarımıza ulaşmak, oldukça zordur. Çünkü sanatçı dediğin, siyasetçilerimiz gibi ulaşılmaz olmalıdır. Ne kadar ulaşılmazsan o kadar yıldızın parlar, ne kadar pahalıysan o kadar çok kazanırsın. Yani sanatçı olma algısı bizde çok farklıdır. Sonuçta popüler sanatçı görünce, bağırıp çağırıp onun için çıldırasıya ağlamayı da Batı’dan öğrendik biz. Evet, sanatçılarımıza saygımız sonsuzdur ama onları gördüğümüz yerde aklı çıkmış gibi ağlamak da neyin nesidir? Bu davranış, bir akıl sağlığının sınırlarının nasıl zorlandığının bir kanıtıdır. Kendi özgün müziğimizi yapamadığımız gibi bu halka Batının klasik müzik bestekarlarının eserlerini de dinletmeyibeceremeyeceksek, öyleyse halka nasıl bir haksızlık yapıyoruz sizce? “Onları arabeskin kucağına atan siz”, sonra “arabesk dinliyor” diye eleştiren siz. Halka ne verdiniz ki neye kızıyor neyi eleştiriyorsunuz? Ömrünüz boyunca kaç halk konseri yaptınız ya da Cumhuriyet kurulduğundan bu yana kaç tane milli duygularımıza ya da toplumca içimizi yanan meseleler karşısına topyekün bir tepki verip, bir meşale oldunuz? Kaç tane marş yazdınız ya da topluca 10 Kasımları anıp ya da milli bayramlarımızı kutlayacağımız bir sanatçı topluluğu ile bizleri coşturdunuz? Olsa olsa sizlerin “sahnelere veda ediyor” bahanesiyle yaptığınız jübilenize şahit olduk, fakat ne sahnelere veda ettiniz ne de jübilenizin ardı arkası kesildi… Tamamen kendi reklamınızı yaptığınız uyduruk elvedalarınıza tanık olduk ya da sanatçılığınızı ilgilendimeyen anlamsız magazin haberlerinizler. Dua ediniz ki Anadolu insanı sizleri sanatçı diye anılmanıza vesile olacak envaiçeşit türkü bestelemiş de hiç bir telif ücreti ödemeden icra ettiğiniz bu türküler sayesinde sanatçı etiketiyle yaşadınız/yaşıyorsunuz hayatınızı. Peki anonüm türkülerimiz olmasaydı sizler neyi söyleyecek, neyi çalacaktınız? Hoş, yıllardır yabancı melodilerin üstüne Türkçe sözler yazarak da aldatmadınız mı bizleri, yine böyle yapar bizleri avuturdunuz!

Son Söz: Buradan kendini sanatçı olarak niteleyen bütün bestekarlarımıza sesleniyorum. Lütfen sanatçılığınızı gösterin. Üretime geçin! Bizlerin bugün nefes alıp özgürce yaşamamızı sağlayan şehitlerimizi kalbi duygularla anmamıza yarayacak besteler, senfoniler duymak istiyoruz. Çok şey mi istiyorum?

Silvan Güneş
Biyografi Yazarı

2 comments

  1. çok güzel bir yazı kutluyorum ayrıca saygı duyuyorum paşamıza ve silah arkadaşlarına mehmetçiklerimize allahtan rahmet diliyorum sanatçılarımıza gelince içi boş bir davul miasli olduğunu düşünüyorum inanmak başarmanın yarısır diyorum

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın