Sanat deyince aklımıza ne gelir? Sanat dediğimiz kavram herkeste aynı şeyi mi ifade etmektedir? Sanat gerekli midir? Sanat ne zaman yapılır? Peki ya sanatçı kimdir?
Bu sorular özellikle günümüz yüzyılında oldukça kritikleşmeye başladı. Sanat ve sanatçı tanımını dahi yapamayacak insanların adını duyduğu tek bir sanat eserini, dalını ya da herhangi bir sanata ait gördüğü tek kare bir fotoğraf üzerinden boyunu aşan cümleler kurmasını, hem sanatı hem de sanatçıyı aşağılama hakkını kendinde görmesini: insani değer ve derinlik açısından ne kadar kıyılara vurduğumuzun bir göstergesi olarak önünüze sermek istiyorum. Bizler henüz Batı’nın 15. ve 16. yüzyılda Ortaçağ’da gerçekleştirdiği ve İtalyanca “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans”ı dahi anlayamamış, yaşayamamış, o aşamadan geçememişken, -işte- o tarihten sonra sürekli her alanda gelişen, kendini yenileyen, üreten, yeniliklerin hedefi olan, ortaya koyduğu kültürle tüm dünyanın gözlerini kamaştırıp kalbinin attığı, sanatta edebiyatta, ilimde, fende çığır açıp, geri kalmış toplumları sürekli arkasından baktırdığı Batı’yı; küçücük çerçevemizde masaya yatırıp acımasızca eleştirmeye kalkışımızı, anlamakta güçlük çekiyorum. Batı’yı eleştirirken ağzından çıkanı kulağı duymayan, inancından tutun da insanlığına kadar söylemedik lafı, kırmadık keresteyi sırtında bırakmayan bir tezatlık içindeyken, tüm bu tezatlığı görmemize yardımcı olacak bir aynaya yani mantığa, zekâya, hisse ne zaman sahip olacağız onu da bilemiyorum… Hatta gerçek bir sanatçının adını telaffuz edebileceğinden de…
Efendim biz, “zekâ” yazarken vay şu kahrolası “a”nın üstüne şapka mı koyalım, koymayalım mı tartışmalarından, “Cep telefonunu ‘şarz’ mı yoksa ‘şarj’ mı edeceğiz? Hangisi güzel Türkçemizde doğru bir yazım kuralıdır?” konularının çok önemli bir kurumda tartışılıp, Türk Dil Kurumu’nun dahi tüm yetkilerini elinden alan bir anlayışla kendi medeniyet sularımızda skolastik düşünceye doğru yol alırken, hâlâ bir Rönesans gerçekleştirememiş olmanın sancılarına tutulmamız gerekirken, bu hedefi dahi yakalayamamış olmanın acısını duymalıyken, bunların dahi farkında olmadan rotasız bir gemide sufi ilerliyoruz…
Rönesans’a ihtiyaç duyan Avrupalının pek çok gerekçeleri vardı ama bu gerekçelerin en önemlilerinden biri de o dönemlerde sanattan zevk alan aydın (mesen) grupların oluşmasıydı. Sanatın gelişmesi, aydın kesime ve seçiciliğe zemin hazırlarken, ihtiyaçlar ona göre ortaya çıkıp, yeni düşünce ve fikirler ortaya atıldıkça, gelişim ister istemez aradığı ışığa doğru hızla yol almaktaydı. Tüm cadde, sokakların; mimarın, edebiyatın, resmin, müziğin gölgesinde geçip giden sıradan insanların dahi bu şölenden nasiplenerek kalplerinin sanatla attığı, “sanatçı olmanın din adamı olmaktan çok daha önemli olduğu” düşüncesiyle, kendi yaşanmışlıklarının neticesi olarak haklı bir gerçeklikle netleştikçe, kiliselere olan güvenin kırılması, skolastik düşüncenin yerine pozitif ve bilimsel değerlerin yer alması, yaşamın, hayatın ve insanlığın yeniden inşa edildiği bir yüzyılı biçimlendirmek; pek tabi ki de el birliğiyle ortaya çıkmış büyük bir mücadelenin kendi karanlığıyla savaşıydı… Avrupa bu anlayışa gelebilmek için ne bedeller ödedi, ama işin daha garip tarafı, onları Rönesans’a taşıyan tüm değerlere, Asya’dan topraklarına gelmiş maddi-manevi eserlerin, insanın, maddenin bir sonucu olduğuydu. Haçlı Seferleri bunun miladı olmuş, ganimetler Avrupa’ya yağdıkça, ardı arkası kesilmemişti belki, ama işleyen demir, düşünen akıl üretmiş de üretmişti. Yani çıkarlar, her alanda açlık ve neticeye baktığımızda, -şimdiden dünü ne kadar eleştirirsek eleştirelim-, Batı dünyasının bakış açısına kattığı değer ve o değer yargılarının tetikledikleriyle gelinen noktada tüm dünyanın “sadece tüm amaç yaşamak dahi olsa” hedefi olmuştu…..
Rönesans, Avrupa’yı gerçekten de her bakımdan yeniden doğurmuş, bu doğuşun en önemli bir diğer evresi olan, İtalyanca “düzensiz inci” anlamına gelen Barok Dönemi’ne taşıması, abartılı ama net duyguların, seçkin bir gösterişin, sanatın her alanda damakta güzel değil, unutulmaz tatlar bırakmasının kesif etkisiyle, adeta hafızaya kazınarak ilerleyişini 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar taşıması tesadüf değil, her bakımdan gelişmiş, olgunlaşmış bir sürecinin aldığı son noktaydı…
Kendi adıma söyleyeyim ki bugün Türkiye’de okullarımızdaki müfredattan kazınmaya çalışılan müzik ve görsel sanatlar adı verilen resim derslerinin en gereksiz dersler olarak ilan edilmesi, bizleri geçmişin hangi döneminde yaşamış bir insan modeliyle eşdeğer kılıyor bilemesem de; sağım, solum, önüm, arkam, altım, üstüm her bakımdan başka telden çalarken, başıma geçirilmeye çalışılan bu buzlu fanustan ne yazık ki gelecek adına önümü görebilecek bir zerreciğe rastlasam onu sonuna kadar bırakmıyorum… İşte benim noktalarımdan biri; Urfa’nın Halfeti İlçesinde doğmuş, henüz 15 yaşında fen lisesinde okurken 20. yüzyılın en önemli gitarcısı kabul edilen Aloria Diaz’ı tesadüfen geldiği bir konser sırasında gitar çalarken dinleyip, bu enstrümana adeta aşık olmuş, uluslararası standartlarıyla elle gösterilen gözde üniversitemiz olan ODDÜ’de Mimarlık gibi önemli bir bölümü okumuş olmasına rağmen, gitara olan tutkusundan bir an olsun ödün vermeyerek bunun eğitimini almak için ayrıca çareler aramış bir Ahmet Kanneci’yi, sizlere her bakımdan anlatmadan geçemeyeceğim. Sayın Kanneci’nin gitarın sesini ilk dinlediğinde, bir enstrümanın bir insanın hayatını nasıl değiştireceği üzerine bizlere çok önemli, etkili ve sanatın gücünü anlamamız bakımından derin mesajlar veriyor… Artık kimbilir nasıl çabalar, iletişimler, gitar öğrenmek adına geçirdiği uykusuz geceler geçirmişse, ne yapmış etmiş İspanyol Hükumetinin verdiği bursla Conservatorio Superior de Música Óscar Esplá de Alicante’de José Tomás’ın sınıfından ve ayrıca Fransa’nın Perpignan Devlet Konservatuvarı’ndan “Birincilik Ödülü” ile mezun olmuş. Alirio Díaz gibi ünlü bir virtüöz ile 25 yıl birlikte çalma şansına sahip olduğu gibi onun gitar ve müzik üzerine önemli düşüncelerini ve bakış açısını kendi anlayışıyla birleştirip, klasik gitarda geleneksel Türk Müziği yorumlarıyla, Türkiye’deki sanat anlayışına yepyeni bir çizgi kazandırdı. Avrupa’daki çalışmalarını tamamlayıp ülkesine döndükten sonra dört ayrı konservatuvar ve üniversitede gitar bölümlerini kurmasıyla, bu muazzam birikimin ve bakış açısının öncülüğünde yetiştirdiği pek çok genci sanatçı olarak sahnelere kazandırdı ve onun için her bir öğrencisi şimdi bahsedeceğim, hepsi birbirinden değerli almış olduğu ödüllerden daha değerliydi.
1993’de “Fulbright Araştırma Bursu” kazanarak ABD’ye gitti. Fulbright Komisyonu tarafından “Sanatta Ömür Boyu Başarı”, ODTÜ Senatosu tarafından “Takdir”, Harran Üniversitesi ve Isparta S.D. Üniversitesi tarafından da “Fahri Doktora” ödülleri alan Ahmet Kanneci 2005’te kuruluşunu yaptığı Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvar’ında Profesör unvanıyla hocalık ve Gitar Bölüm Başkanlığı görevini yürütürken, sanatçıyı bugünlere taşıyan en önemli etmenlerden diğer bir etmen ise elbette kurduğu güçlü iletişimdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Ahmet Kanneci, aynı zamanda verdiği konserlerde gitarıyla seslendirdiği, dünya klasik müzisyenleri içerisinde tanınmış önemli bestecilerin eserlerine yer vermesi oldukça dikkat çekiyor. Bunlardan bir tanesi var ki o da Johann Sebastiyan Bach’tır. Peki, Barok Dönem’in önemli bestecisi ve orgcusu olan Bach eserlerini daha sonra oldukça geliştirilen orgdan çıkan piyanonun tınıları için mi yazmıştı? Hem org için bestelenmiş eserler nasıl oluyordu da gitar gibi beş telli bir çalgının tınılarında hayat bulabiliyordu? Ve nasıl buluyordu? Hem bu oldukça zor da bir işti…
İşte bu sorulara cevap verebilmek için önce Bach’ın eserlerini sonra da ünlü gitar virtüözümüz Sayın Kanneci’nin bu eserlere nasıl hayat verdiğine tanıklık etmemiz gerekiyor. Eğer tarih ve dönemlerin sanatçıları hakkında bilginiz yeterli olduğu kadar sanattan zevk alan bir mesenseniz, bunun üstüne Ahmet Kanneci’yi de dinleme şansına nail olabilmişseniz, Ahmet Kanneci’nin Bach eserlerini gitarıyla çalma ısrarını ve vermek istediği mesajı çok net anlarsınız. 14. yüzyıldan 21. yüzyıla… Söylemesi dile kolay da anlaması sanatçı olmaktan da zor bir zanaat hale gelmeye başladı… Ve kelimeler kifayetsiz kaldıkça, bunu becerebilsek dahi kuracağımız cümlelerde umut bırakmadı. O yüzden, dünyayı bu kadar iyi anlamış, sanatının son noktasına gelmiş olduğu halde, 15 yaşından bu yana sanat aşkının başlattığı bir serüvenin bedeli bir mücadelenin filizlendirdiği birikimini elinde gitar, öğrencilerinin karşısında bilgi ve görgüsünü sonsuz paylaşırken, diğer yanda Türkiye’deki bu çarpık anlayışa, Bach’ın eserlerini çalmadaki ısrarıyla verdiği cevabı, ortaya koyduğu hasleti çok iyi anlayabiliyorum.
Silvan Güneş
Biyografi Yazarı

Nerden başlasam bilemedim. Bu yazı içinde belki de bir kaç yazılık konu var. Öncelikle İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Kornocu olarak profesyonel müzik hayatına 11 yaşında girmiş biri ve sonra da Ahmet hocanın ders verdiği okulda (bilmiyorum hâlâ devam ediyor mu) Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı’nda etnomüzikolog olarak bu hayata devam etmekte biriyim; bunu söylemeden yazacaklarımı yazmak olmazdı.
Aslında Batı’nın aydınlanmasını yakalamak üzereymişiz vaktinde. Mesela ben, normal bir liseye gitmiş hatta üniversiteyi 50 yaşından sonra okumuş bir annenin kızı olarak annem ve babamla, konservatuarın ilk basamakları olan Batı Klasik müziği eğitimim sırasında besteciler ve akımlardan rahatlıkla konuşabiliyorken, son basamaklarında, yani etnomüzikolojideyken, etnik müzikler ve bağlı tüm alt disipleri hakkında da konuşabiliyordum. Çünkü onların, kendi zamanlarında aldıkları düz lise eğitimi bunların hepsini katlıyordu.
Almanya’da ya da Fransa’da yaşamamış, bu ülkelere bir kaç kez, dahil oldukları festival sebebiyle kısa sürelerle gitmiş ebeveynlerimin, akademik çevirilerimi yapacak kadar Almanca ve Fransızca bildikleri de ayrı bir gerçek olarak dursun burada. Üstelik Google’ın henüz “translate” yapamadığı hatta buna “sahip olmadığı” yıllardan bahsediyoruz; internetin çevirmeli telefonlarla zor bela bağlandığı yıllardan…
Bir noktada şuna katılmıyorum. A’nın üstündeki şapka, şarj-şarz muhabbeti bence önemli. Bunlara takılmadığımız için gerilemeyi yaşadığımızı düşünüyorum. Ek olarak, kendine “çok” güvenen çocuklar yetiştirme konusunda büyük bir yanlış anlaşılmaya maruz kalmışız. Kendine güvenen çocuklar yetiştirdiğimizi sanırken, özgüveni saygısızlık, bilgisi cahilliğinde altında kalmış bir nesil yetiştirdik. Tabii ki içlerinde sayıltılar var ama yüzdeye vurursak bence çok ama çok azlar… Bu yüzden bilmeyene bilmediği şeyi söylemediğimiz sürece ilerleyemeyeceğiz.
Bu bağlamda yazınıza bayıldım; fakat bir biyografi yazarı olarak belki detaylar önemli olmalıdır. Fakat bunu buraya yazıp konuyu bambaşka bir yere çekmek istemiyorum. O yüzden değinmeyeceğim.
Gelelim Bach amcaya…
Bach, müziğin matematik mühendisidir. Kontrpuan, çok sesli müziğin önemli matematiksel sınavıdır aslında. Her enstrümancı mutlaka Bach çalar. Kimi iyice ustalaşmak ister kimi mecbur olduğu kadarını öğrenmekle yetinir. Ancak batı klasik müziğinde Bach çalmamış kimseyi bulamazsınız. Varsa yalancıdır. Çünkü yurt içi yurt dışı tüm okulların müfredatlarında, farklı seviyelerde mutlaka vardır.
Bir enstrümancının, bir besteci konusunda uzmanlaşması için adını müzik tarihi sayfalarına yazdırması çok önemlidir. Örneğin Gülsin Onay’ da Chopin ustalığı ile bilinir; ya da, yine piano için Beethoven dinleyecekseniz Baremboim’den dinlemelisiniz.
Yani… Aslında ülkenin mevcut şartları hâlâ bu tarz eğitimler için açık. Ancak önce ailelerin eğitilmesi lazım. İşin açıkçası ben de bununla ilgili büyük bir yazı hazırlıyorum bir yandan.
MEB, çocuklarımız için bir eğitim dayatıyor olabilir ancak kalıpları yıkıp çocuğumuzun potansiyelini keşfetmek ve onu yeni çağa uygun bir genç olarak büyütmek aileler olarak bizim elimizde…
BeğenLiked by 1 kişi