Biyografi Kitabı Okur musunuz?

Doğum günümden bir gün sonra, Alanya’da eşi benzeri olmayan bir İlkokulun okul bahçesindeki açık kütüphanenin önünde, bir imza gününe katıldım. Okulun bahçesindeki bu açık kütüphanenin yanı sıra bahçede bir de konteyner kütüphanesi var. Ve okul binasının içinde bir kütüphanesi daha. Sizin anlayacağınız, toplamda üç tane kütüphanesi olan bir okulda imza gününe katılmak herkese nasip olmaz. Ve zaten Türkiye’de de bu okulun ve bu okulu bu hale getirenlerin bir eşi benzeri de yok. O nedenle, dünyanın en kalabalık en gözde en popüler kitap fuarında, binlerce kitap imzalamış bir yazarın aldığı keyiften daha keyifliyim. Çünkü burası aynı zamanda bir köy okulu. Hem de ağaçların gölgesinde hamağa uzanıp, arada göz ucuyla eşsiz deniz ve doğa manzarası seyredeceğiniz, tam manasıyla huzurun tam göbeğinde kitap okumanın tarifsiz mutluluğunu yaşayacağınız bir rüya gibi bir okuldayım. Fotoğrafta hemen size göre sağ tarafımda oturan beyefendi, Alanya’nın namı değer emekli öğretmenlerinden Haşim Yetkin. Kendisi aynı zamanda yerel tarihçi, fotoğrafçı ve yazar. Diğer yanımda oturan beyefendi ise Manavgat’ın yerel tarihini araştırıp kaleme almış, araştırmacı Sudi Çandır. Kendimi ise size anlatmayacağım, çünkü ne kadar merak ederseniz o kadar hakkımda bilgi toplayabilirsiniz…

_dsc4434

Aslında, Kılıçaslan İlkokulunun fedakâr ve başarılarıyla yarışan sevgili öğretmenim Fatma Ayan ve en büyük destekçisi Ali Ayan hakkında, daha önce okula yapmış oldukları başarılı çalışmaları konu alan oldukça kapsamlı bir yazıyı kaleme almıştım. Okulun bahçesine açılan Açık hava kütüphanesi ve bahçedeki konteyner kütüphanesinin görkemli açılışına katılmış, en güzel günlerinde kendilerini yalnız bırakmamıştım. Daha sonra kendilerinin beni de yazar olarak çağırdığı imza gününe katılarak hem kitaplarımı tanıttım hem de biyografi yazarlığı hakkında orada bulunan misafirlere, öğrencilere bilgi verdim. Fatma Hanım, bizleri bu kibar davetiyle onore etmiş, çektiği bu güzel fotoğrafı da bana yollamıştı. Az önce eski dosyaları karıştırırken, 2014 yılına ait bu anı paylaşmak istedim. Çünkü çok iyi biliyorum ki beni ben paylaşmadıkça tanınamayacağım! Evet, yanlış duymadınız, bu bir gerçek. Her ne kadar kalemi güçlü bir yazar olduğum, kitaplarımı okuyan bir kesim tarafından söylense de onları buluşturamadığım milyonlar var. Okur kitlesinin biyografi kitabı okuması adına dikkat çekmek adına ben de bir şeyler yaptım elbette. Facebook’ta “biyografi yazarı” adlı sayfa ve grup mu açmadım. Kitaplarımın adlarıyla ilgili gruplar açıp, kitap içeriklerinden metinler mi paylaşmadım. Yayınevlerinin dağıtıcıları aracılığıyla satışta olan kitaplarımı sosyal medyada önüme gelen yerlerde mi paylaşmadım. Ve bunları yaptıkça, okumayan bir toplum olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyor olmak, daha bir canımı acıttı. İnsanlarımızın kitap okumak konusundaki diğer dünya ülkelerine ve kendi ülkemizdeki bölgelere göre istatistik dağılışını gösterir bilimsel tablolara baktıkça, içim daha da bir acıdı. Okur kesimin ise sanal olaylardan çıkmış absürt hikayeleri daha çok seviyor olması ya da okuduğu kitabın kalınlığına inceliğine bakıyor olması işin başka bir tartışılır konusuydu. Okurların kitap seçimi konusundaki tercihlerini daha çok pembe romanlar üzerine olduğunu görünce, gerçeklerin, okurların canlarını sıkıyor olma gerçeği ile yüzleşmeme neden oldu. Belli ki okurlar için gerçekler hiç de iç açıcı değil, o yüzden, -bir anlamda- akıllarının kandırılmasını istiyorlar. Hayal dünyalarına ulaşamadıkları ya da akıllarına gelmeyecek senaryolarını okudukça, kelimelerin içinden çıkıp, -duygularını saran bir adrenaline kendilerini bulutların üstündeymişçesine kaptırıp-, orada kaybolmak istiyorlar. Ve yine en büyük etkenlerden biri de kendimi fark ettirmiş olmak için dikkat çekecek bir harekette bulunmamış olmam! Henüz, ulusal gazetelerimizin kitap ekine ait bir dergide kitabımın kapağı yayımlanamadı. Ya da hayatını kaleme aldığım kişiler, biyografi kitapları için bir imza günü tertiplemediler. Ve genel olarak hepimiz, bir imza töreninin heyecanına kapılamadığımızdan; her biri dört yılımı alan, büyük bir emek ve zaman sonucu ortaya çıkabilen bu eserlere hak ettiği tanıtımı yapamamış olmamız, işin son noktasında oldukça hayal kırıcıydı…

Aslında Kılıçaslan İlkokulu’nun fedakâr ve başarılarıyla öne çıkan öğretmenim Fatma Ayan ve en büyük destekçisi Ali Ayan hakkında daha önce kapsamlı bir yazı kaleme almıştım. Okulun bahçesine açılan açık hava kütüphanesi ve konteyner kütüphanesinin görkemli açılışına katılmış, onların en güzel günlerinde yanlarında olmuştum. Daha sonra yazar olarak davet edildiğim imza gününe katılarak hem kitaplarımı tanıttım hem de biyografi yazarlığı üzerine öğrencilere ve misafirlere bilgi verdim. Fatma Hanım bu nazik davetiyle bizi onurlandırmış, çektiği güzel fotoğrafı da bana göndermişti.

Az önce eski dosyaları karıştırırken 2014 yılına ait bu anıyı paylaşmak istedim. Çünkü çok iyi biliyorum ki kendimi ben anlatmadıkça tanınamayacağım. Her ne kadar güçlü bir kaleme sahip olduğum, kitaplarımı okuyan bir kesim tarafından dile getirilse de, henüz ulaşamadığım milyonlar var. Okur kitlesini biyografi kitaplarına yönlendirmek için elbette ben de çabaladım. Facebook’ta “Biyografi Yazarı” adıyla sayfa ve gruplar açtım, kitap içeriklerinden metinler paylaştım, yayınevleri aracılığıyla dağıtılan kitaplarımı sosyal medyada tanıttım. Fakat tüm bunlara rağmen okumayan bir toplum olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek içimi acıttı.

İstatistiklere baktığımda ülkemizin kitap okuma oranının hem dünya ülkelerine hem de kendi bölgelerimize kıyasla düşük olduğunu görmek daha da üzücüydü. Okurların çoğu absürt hikâyelere ilgi gösteriyor, kitabın kalınlığına ya da inceliğine göre seçim yapıyor, genellikle pembe romanlara yöneliyordu. Bu tablo karşısında anladım ki gerçekler onların canını sıkıyor; bu yüzden, bir anlamda, kandırılmayı tercih ediyorlar. Hayal dünyalarına ulaşamadıkları ya da akıllarına gelmeyecek senaryoları okuduklarında, kelimelerin içine girip duygularını saran bir adrenalinle bulutların üstündeymiş gibi kaybolmak istiyorlar.

Bir diğer önemli sebep ise benim dikkat çekici bir hamleyle kendimi öne çıkarmamış olmam. Henüz ulusal gazetelerin kitap eklerinde kitaplarımın kapağı yayımlanmadı, hayatını yazdığım kişiler biyografi kitapları için imza günleri düzenlemedi. Hepimiz bir imza töreninin heyecanını yaşayamadan, dört yılımı alan ve büyük emekle ortaya çıkan eserlerin hak ettiği tanıtımı yapamamış olmamız, benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu.

Biliyorum, bir okusanız müptelası olacaksınız kitaplarımın… Çünkü her biri bir biyografi kitabı olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir tarih kitabı. İşte o yüzden daha ilk sayfalarında dahi, pek çok gerçekle yüz yüze geldikçe sabırsızlıktan beni e-posta yağmurlarına tutacaksınız… Kalemimi bilen arkadaşlarımın da ricası üzerine, şarkı söyleyen bir şarkıcıya peçeteyle istek şarkı gönderir gibi, bir aşk romanı kaleme almamı dahi isteyeceksiniz. Evet, sizi kabınızdan çıkartabilir, fütursuzca id’e yolladığınız duygularınızı açığa çıkartabilir, belki de sizin dahi yapmaya yeltenemediğiniz keşifleri ortaya döküp, sanki fırtınalı bir denizin ortasında küçücük bir sandalın içinde, bir hayat-memat meselesi yaratarak, bir anla kendinizi kendinizle yüzleştirebilirim! “Evet evet, aşk kitabı yaz! Bak o zaman seni nasıl okurlar! Halk bunu istiyor. Çünkü onların ihtiyacı bu! Bir türlü köreltemedikleri nefislerine, hislerine tercüman olacaksın ki onlar, senin tüm anlattıklarını bildikleri halde, aynı tekrarı bir ninni gibi dinlemekten hoşlanacaklar…” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama daha çok ikna olmam gerekiyor bu işe. Acaba, hayatını kaleme aldığım insanların çok özel hayatlarına da girsem, yaratacağım sansasyonun gücü beni sizlerle buluşturabilir mi?.. Yok yok. Çok cümle üretmeye gerek yok. Bunlara ihtiyaç duyacak bir insan değilim ben. Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi toplumun ayarlarıyla oynayarak, üstünden kalemşorluk yapabileceğim konular üzerinden tanınıp, tam zıttı bir kesimin alkışlarıyla yazar da dedirtmem kendime. Meşhur olmak için sirk cambazları gibi türlü taklalar atan, kapı kapı dolaşan bir dilenci ise hiç değilim. Demek ki benim sonum da belli oldu. Elbette belim bükülüp toprağa daha çok yaklaşana dek yazacağım ve bir gün küçücük bir tüyü dahi nefesim kıpırdatmadığında o kaçınılmaz derin uykuya dalacağım. Bir gün renkli bir konuyu köşesine taşımak isteyen yeni yetme bir köşe yazarı, Google arama motorundan bir araştırma yaparken, tesadüfen bu siteye girip, bu yazımı okuyacak. Yazdıklarımdan merak saracak ve daha çok araştıracak. Fotoğraflarıma bakıp, yayımlanmış eserlerimi bir bir tarayacak. Ve kitabımın birinden kaktüsümden bir çiçek koparmaya kalkarken dikeni eline battığında, işte o zaman kendince benim için neden bu kadar geç kaldığını üzülüp, kahrolacak! Araştırdıkça görecek ki köşesine taşıyacağı benden daha renkli bir malzeme de yok. “Oh, yarının haberi hazır!” diyecek ve bir haberde meşhur edecek beni!..

Biliyorum; bir kez okusalar, kitaplarımın müptelası olacaklar. Çünkü her biri sadece bir biyografi değil, aynı zamanda bir tarih kitabı. Daha ilk sayfalarda gerçeklerle yüzleştikçe, sabırsızlıktan bana e-postalar yağdıracak, kalemimi bilen dostlarımın ricasıyla, bir şarkıcıya peçeteyle istek şarkı gönderir gibi benden bir aşk romanı yazmamı isteyeceksiniz.

Yazdıklarım sizi kabuğunuzdan çıkarabilir, bastırdığınız duyguları açığa çıkarabilir, hatta sizin bile cesaret edemediğiniz keşifleri ortaya dökebilir. Kendinizi, fırtınalı bir denizin ortasında küçücük bir sandaldaymış gibi, hayat-memat bir meseleyle yüzleşirken bulabilirsiniz. “Evet, aşk kitabı yaz! Halk bunu istiyor!” dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü onlar, köreltemedikleri hislerine tercüman olacak bir kalem istiyor; bildiklerini tekrar tekrar okumaktan hoşlanacaklar.

Ama ben kolay ikna olmam. Acaba, hayatını kaleme aldığım insanların özel hayatlarını da işin içine katsam, yaratacağım sansasyon beni onlara ulaştırabilir mi? Yok. Buna ihtiyaç duyan bir insan değilim. Orhan Pamuk ya da Elif Şafak gibi toplumun ayarlarıyla oynayarak, karşıt kesimlerin alkışlarını almak niyetinde değilim. Meşhur olmak için sirk cambazları gibi taklalar atan, kapı kapı dolaşan bir dilenci de değilim.

Demek ki sonum belli: Belim bükülüp toprağa yaklaşana dek yazacak, bir gün nefesim en hafif bir tüyü bile kımıldatmadığında o kaçınılmaz derin uykuya dalacağım. Belki bir gün, renkli bir konu arayan yeni yetme bir köşe yazarı, Google’da araştırma yaparken tesadüfen bu yazıya rastlayacak. Okudukça merak edecek, fotoğraflarıma bakacak, eserlerimi tek tek tarayacak. Sonunda, kitaplarımdan birinde kaktüsümden bir çiçek koparmaya çalışırken dikeni eline battığında, işte o zaman benim için neden bu kadar geç kaldığını anlayacak ve kahrolacak. Araştırdıkça görecek ki köşesine taşıyacağı benden daha renkli bir malzeme yok. “Oh, yarının haberi hazır!” diyecek ve bir haberde meşhur edecek beni.

Sudi Çandır & Silvan Güneş & Haşim Yetkin (2 Aralık 2015)

Gerçeklerle yüzleşmek gerekirse; bugün alkışladığın ve sanatçı sandığın pek çok kişinin gerçekten sanatçı olup olmadığı tartışmalı. Gerçek sanatçılar ise sessizce gelip gidenlerdi; çoğunun adını dahi bilmeden, eserlerinden beslenmeden yaşadın. Ve ne yazık ki onları bilenler, yalnızca bir avuç insandı.

Bu topraklarda gerçek sanatçılar, eserlerini ortaya koyup göçerken, kendilerini tanıtamamanın acısını yüreklerinde taşıdılar. Sanatçı olmadığı halde bu kimlikle tanınanlar ise, yakaladıkları şöhreti beslemekten başka kaygı gütmez; Show dünyasının ışıkları ve kalemşorların yardımıyla sürekli reklam yaparlar. Oysa gerçek sanatçılar, eserlerinin adları bilinmese bile kalıcı olacağını bilerek bırakıp gider.

Eserleri kimin takdir edeceği tartışılır; ama sanatımıza hizmet etmek ve emeğin kaybolmadan, yeni neslin hafızasını besleyecek şekilde kalmasını sağlamak en önemli görevdir. Yaşarken başarınız kıskanılabilir, dedikodularla karşılaşabilirsiniz, önünüze engeller konabilir; ama bunların geleceğe bir önemi yoktur. Hatta mutlaka başarılarınızı kaleme aldırın ki, itibarınızı değersizleştirmeye çalışanlar susturulsun.

Çünkü eserler, olumsuz insanların karşısına çıkan bir trafik kuralı gibidir. Gereksiz hikâyeleri durdurur, işinizi sakin ve dingin bir kafayla yapmanızı sağlar. Kitaplarda yalnızca yazılanlar okunur; kitaplar kimseye cevap vermez, sadece gerçekleri anlayanlar sizin avukatınız olur.

Unutmayın: Hayat hepimiz için bir gün bitecek, ama eserler ve onları kaleme alanlar hep yaşayacak. Okur onları keşfettikçe, her birinde gerçek doğum günlerini yaşayacak sanatçılar, her zamanın kahramanı olarak topluma yön verecek. Ve belki de bir gün, sizin fark etmediğiniz o sessiz sanatçı, eserleriyle dünyayı değiştiriyor olacak; siz fark etmeseniz bile, etkisi hissedilecek, adı dilden dile taşınacak.

Silvan Güneş

Biyografi Yazarı

Yorum bırakın