Della Miles / Ahmet Kanneci ve Türkiye’de Müzik

Della Miles, caz müziğinin günümüz yüzyılında adından söz ettirdiği ünlü söz yazarı ve yorumcularından. Kendisini, Alanya’da artık geleneksel hale gelen ve 2013’de 13. sü düzenlenen Uluslararası Caz Festivalinde dinleme şansını yakaladım. Uluslararası tanınmış bir sanatçının ülkemizde sahne almasına, bizlerin böylesi özel, karşılaşılması zor sanatçılarla, -hem de hiç bir ücret ödemeden- canlı canlı dinleme şansını yakalamış olması güzel bir tesadüftü… Zeten, Alanya’da 2013 yılında on üçüncüsü düzenlenen bir caz festivalinde bu tür sanatçıların yer alması, artık yaşını başını almış bir tecrübeyle yol almalıydı! Ve 2016, yılında düzenlenen festival, bugün çok daha başka anılmalıydı!.. Bakalım, gelecek yıllarda Alanya’nın, 1000 yıldır ayakta olan o meşhur Kızıl Kulesinin altında, gece, Kale, Tersane ve Tophanenin ışıklandırılmış suretinden suya şavkı düşmüş o eşsiz görüntüleri eşliğinde, kimbilir daha kimleri izlemek bizlere nasip olacaktı… Bir de üstüne, TRT’nin HD kalitesinde yaptığı canlı yayında, ekrana ve hemen gerimizde ihtişamlı bir korsan teknesinin, her an tüm bu görüntüyü herkesi kıskandıracak şekilde ekranlara yansıtıp, tüm dünyaya Alanya’nın tanıtımını, bu güçlü caz sanatçısının sesinin eşliğinde duyurması; milyon dolarları verseniz, reklamının altından kalkamayacağınız bir fırsattı… (bkz. https://vimeo.com/user20367768

miles2

Bugün aynı fırsatı bize dünyaca ünlü gitar virtiözümüz Sayın Ahmet Kanneci önümüze başka tatlarla seriyor. Antalya’nın Uluslararası Geleneksel Gitar Festivalinin önemli öncülerinden olan Sayın Kanneci, gerek sanat ve toplum adına gerekse kendi alanlarında ün yapmış uluslararası sanatçıları bizlerle buluştururken, her alanda ihtiyacımız olan iyi, kaliteli ve seçici bir tanıtımı günümüz tarihinin mihenk taşı olacak bir anlayışla, bakış açılarımızı biçimlendirmeye çalışıyor. Fakat, Antalya’da düzenlenen uluslararası gitar festivaline gelen sanatçıların bir özelliği var. Festival programında yer alan sanatçıların festival boyunca çok daha yoğun bir şekilde tanınmış isimler olduğunu görüyoruz. Bu, bizleri memnun etse de genel olarak düzenlenen bu türden festivallere baktığımızda, ülke genelinde farklı kent ve şehirlerimizde gelenekselleşmiş versiyonlarına rastlayamamak, sanat adına ne kadar az paylaşımlarda bulunduğumuzu gözler önüne seriyor. Hal böyle olunca, sorunu toplumun sanatı tüketme kültüründe aramak gerektiği gerçeği ortaya çıkıyor. Ve görmezden gelmeye çalıştığımız yaralarımız henüz iyileşememişken, gün geçtikçe, dejenerasyona uğramış toplumun her alanda karşılaşılan olumsuzluklarla bir başka yerinden kanadıkça kanıyor…

hqdefault
Ahmet Kanneci & Özcan Dal
fft81_mf6739026
Ahmet Kanneci & Özcan Dal

Ben kendi adıma bu konuya neden sonuç ilişkisi altında bir açıklık getirmek istiyorum. Ülkemizde müzik tarihi bilinmediğinden, insanlarımızın haliyle müzik bilgisi çok zayıf. Sınıfta kalacağımız yerde duruyor müzik. Toplumun günümüz yüzyılında anladığını sandığı ve tükettiği müzik, gelişen teknolojiye koşut, medya kanalları vasıtasıyla olduğundan, burada yapılan paylaşımların ağırlığı ne ise bireyde oluşan kulak aşinalığından tekabül eden seçiciliğe kadar, bu politik cereyanın kişiyi çarptığı kadarıyla seçicilik kazanmaktadır. Ama ne seçicilik! Itri’den, Farabi’den İbni-Sina’dan bir haber. Asırlardır tıbbın ruh hekimliği alanında hasta tedavisinde kullanıldığı gerçeğinden uzak. Selçuklu Döneminden başlamak üzere 700 yıl boyunca süregelen ve son 100 yıldır müzikle tedavinin artık yapılmadığı; Amasya, Edirne, Konya, Manisa, Bursa, Kayseri, Sivas, İstanbul’ kliniklerinin varlığından habersiz… Ve bugün bahsettiğim tüm bu bilgi birikimini Batılı ülkeler bizden alırken, komaya giren umutsuz hastaları Türk müziği ile yeniden hayata bağlamayı başarmalarının ardından, günümüz yüzyılında tüm bu bilgileri bilimsel verilerle teyit ediyor. Bizler ise hâlâ hiç bir şeyden habersiz, farkındasız sözde zamanı, anı yaşıyoruz!.. Bir kaç ezber ettirilmiş slogan, çalma çırpma bilgiler ve bir kaç misyonsuz görüntüyle sözde geçmişimize, tarihe sahip çıkıyoruz.

Daha düne kadar Türk Sanat Musikisinin asırlardır süregelen deviniminden oluşan ve kulağımızı aşındıran şarkıları, artık icra edilmiyor. Ancak büyük şehirlerde belli konservatuvar ya da belediyelerin sahip çıktığı özel guruplar, bu tür şarkıları gündemde tutmak için dökme suyla, anca bir avuç edecek kadar damlaların verdiği hayatla, yaşam mücadelesi içinde çırpınıp, atmosfere küçük bir nida bırakabilirken, halk müziği ona keza, -belli ki bir müddet daha uzun ama sınırlı ve aynı acı patlıcanı çalan kırağıyla- yaşayabilmek adına, kimbilir daha ne hallere düşer, bilemiyorum!

Popüler kültürün getirdiği çarpıklık; eğitimde, düzen, tertipte, algı ve onun getirdiği yapılaşımda nasıl bir anlayışsız dil geliştirdiyse, sanat da sanki ona uyması gerekiyormuş gibi yolunu değiştirip, düşündüğüm değerde bir agresiflik gösteremedi/gösteremiyor!.. Ya da tersinden bakacak olursak, -ki bu sefer tanımlamış olacağım-, tabii ki de bu çarpıklıktan yetişip serpilen ve kendine sahnede hayat bulmaya çalışan kişilerin yaptığı, yapacağı bu kadar olurdu!.. Sanat ve sanatçı kavramlarının birbirine inanılmaz karıştığı -hatta yapılamadığı-, kültürün ise değer görmeyen ve örnekleri çığ gibi büyüyen, onlarca tarihi eserin tahrip edildiği, -bir de üstüne- yitip gittiği yerde, bu yıkımların arasından hak getire bir bakış açısını; yaşadığımız kentlerin, şehirlerin, metropollerin caddelerinde nasıl bir örnek sergileyecekti?..

Türünü ne olduğunu bilemediğim arabeskimsi, popüler bir seviyeye asla çıkamayacağı halde alkışlanarak göklere çıkartılan, ritm üstüne zorlanarak göçertilmiş; anlamsız, kaba ve itici sözleri yorum denilemeyecek bir üslupla söyleyenlerin daha çok alkışlandığı bir memlekette, tüm festivallerimiz bu tiplerin işgaline uğramışsa, bunun üstüne halka sanat ve sanatçının tarifini, nasıl yaptırabiliriz?

Daha düne kadar ayakta alkışlayarak dinlediğimiz ve aramızdan çekip giden Barış Manço, Cem Karaca, Kayahan, kendini sahnelerden ıramış Alpay ve daha nicelerinin sahnede bir duruşları vardı. En azından onları örnek almasını beklediğim ve adlarını bir türlü öğrenemeyeceğim, şarkılarını asla dinleyemeyeceğim, bir havaifişek gibi parlayıp aynı hızla sönen, sanatçı geçinenleri hep bu sahnelerde yol gösterecek mi? Suna Kan, İdil Biret, Ahmet Kanneci, Gülsün Onay, Ayla Erduran, Ayşegül Sarıca, Verda Erman, Hülya Saydam, Fazıl Say ve daha nicelerinin adını duyanınız var mı? Cumhuriyetimizin kurulmasıyla, memleketin ana ihtiyacı olan sanatın gelişip yaygınlaşması için yurtdışlarına eğitim almaları için burslu gönderdiğimiz, “Türk Beşlileri” olarak anılan Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Necil Fazıl Akses isimlerini hiç duyanınız oldu mu? Evet, hepsi de Cumhuriyet tarihinin mihenk taşlarıydı ve aramızdan ayrılıp giderek yıldızlara karıştılar. Onları bizlere tanıtmak için çaba gösterenlere ise ne yazık ki pek rastlayamadık. O nedenle şimdi Eskişehir’de neredeyse şehirde kendisine başvuran tüm çocuklara enstrüman öğretmek ve her birini orkestranın bir parçası yapmak için canla başla çalışarak, kısa zamanda onlarca çocuktan oluşan bir Senfoni Orkestrası kuran Ozan Tunca ve ekibinden bahsetmeden nasıl devam ettirebilirim yazıma? Hepsini ta gönülden kutluyor, güzel yüreklerinden öpüyorum. Çünkü bu bir bilinçtir. Müzik algısının küçük yaşta uygulamalı bir eğitimle yeşerip filizlenmesi, evrensel bir uyanmayla zevklerin ve tercihlerin belirlenmesidir. Örneklerinin memleketin, en ücre köşesine kadar çoğalmasını en büyük temennimdir…

oz3

Yine sorulması gereken en önemli sorulardan biri de gelenekselleşmiş festivallerimizde yer alacak sanatçı tespitini kimin, hangi sanat anlayışı ve kriterlerine göre seçiyor olması. Buna karar veren kişinin kendine ait bir müzik kültürüyle seçimini yapması. Sizler, yani halkın önüne, halkın parasıyla sanatçı diye dikilen kişileri belirleyenler; memleketimizdeki gerçek sanatçıları tanıyamamış olmanızı, müzik alanında iyi eğitim almamış olmanızı, -kendi bedeninize göre alışveriş yapar gibi-, yanlışların sahip olduğu kulağınızın ve kişisel tercihlerinizin seçimini karşısında hep susan ben olmalı, bu tercihleri her seferinde size mi bırakmalıyım? Öyleyse, memleketteki Kültür Bakanlığı’nı, Üniversite bünyesindeki Konservatuvarları ve otoriteleri göreve davet etsem, haddimi aşar mıyım? Memleketin her köşesinde düzenlenen festivalleri en azından, müzik alanındaki otoritelerin bölgesel olarak bir seçici kurulu yetkisinde karara bağlanmasını ve her ilin yerel ve idari yönetimi içerisinde bir otorite temsilci olmasını isteme hakkına sahip miyim? Bunu katılan ve bu konuda gerekli işlemleri başlatacak olanlar var mı? Hepimizi ilgilendiren bir konuda bu saptama ve seçimleri gördükçe sonucu kabul edemiyor olmam, bazı yetkilerin bu tür yetkilerin üstünde olması gerçeğini daha bi’derin düşünüyorsam, benim gibi düşünenleri bir araya toplamak istemem, memeleketin menfaatine değil midir?

Sonuç olarak; halkın bakış açısını geliştirip, -yaşadığı şu zamanda- kendi kişilik ve karakterine vizyon katacak ana arterleri seçicilik gösteremeyen bir müzik anlayışınızla önünü kapatırsanız, her fırsatta gelecek nesillere bıraktığımızı söylediğimiz bu ülkeyi, nasıl bir bilgi, görgü ve yetişmişlik seviyesiyle teslim etmiş oluruz? 1950’lerin 60’ların, 70’lerin o kısıtlı ve imkânsızların yaşandığı bir dönemde, bugünden çok daha sıkıntılı yıllar yaşadıkları halde, sürekli kendilerini aşmaya çalışıp zor da olsa o kurumuş, çatlak topraktan başlarını uzatıp, üstlerine düşen çiğ kadar bir ıslaklıkla köklerini bir o kadar nasıl da beslediklerini düşündükçe: bahane olarak koyduğumuz nedenlere dahi kızamıyor insan!

Bugünkü yazıma her bakımdan örnek olan, dünyaca ünlü bir gitar virtüözümüz Ahmet Kanneci’yi seçtim. Bunca iletişim kanallarına rağmen belli bir kesim dışında tanınmıyorsa, “düşündüğüm yanında, düşlediğim gerçek neyin farkında” dedirtecek kadar acıtıyor beynimi… Kendisinden bizzat dinlemiştim, on beş yaşında tesadüfen canlı dinlediği ünlü Venezuelalı gitar sanatçısı Alirio Diaz sayesinde, gitar gibi insanı oldukça etkileyen bu enstrümanla tanıştığında adeta büyülenir. Her ne kadar Ankara Fen Lisesinde okuyarak, zaten sahip olduğu başarının kendisine açacağı mühendislik alanındaki meslekler üzerine hayalleri olsa da, o düşleri başka ufuklara sürükleyecek yeni fikirler çoktan girmiştir artık aklına… İnsan hikayenin gerisini dinlediğinde adeta nutku tutuluyor. Hem de büyük bir heyecanla eline aldığı gitarının tellerine dokunurken dahi, koptuğunda ona tel getirebilmek için yurt dışından kimlerin kapısını çalmak zorunda kaldığını hesap ederek, bir tel, “onca hayalin umudu olan bir tel gerçeğiyle” yüzleştiğini düşündükçe, bugün her şeye çok kolay sahip olan bizler için empatisi dahi ne kadar uzak duruyor. Böyle bir kaygıyı yaşadın mı sen? Öyleyse bastığımda TV’nin her kanalına, nice sanatçılarımızın bu öykülerini de dinleyebilmeli, öğrenebilmeli toplum. Neden? Çünkü bundan beş bin yıl önce bulunmuş bir enstrümanın telinin halen günümüz yüzyılında gördüğü tel olduğunu sananlar var. Adam atın nasıl bir hayvan olduğunu unutmuş, at kılının tel olabileceğini tasavvur dahi edemeyecek bir perişanlık içindeyken dahi kendinden haberi olmadığı yerde, yaşadığını sanıyor hayatı… Ve bilemiyor ki Ahmet Kanneci, o senin tatma şansının hiç olmadığı duygular içinde bu memlekette kaç tane üniversitenin bünyesinde gitar bölümünü açabilmek için yine ne duygular yaşayarak asla özdeşlik gösteremeyeceğin kaygılarla bu çağa damgasını vuruyor. Peki sen kendin adına ne yapıyorsun?

Sen Neyin Hayalini Kurdun da Mimarı Olmak İstiyorsun?
İnsan işte bu noktada kendine soruyor? Sen neyin hayalini kurdun da mimarı olmak istiyorsun? Burada sancılar çektiğimiz ve olması için umut ettiğimiz mesele nasıl ve neyin meselesi? Zamanın bir suçu yok, her şeye bir suçlu bulmaya çalışıp işin içinden sıyrılıp çıkma çabası ise işin en sığ en aptalca ve en gereksiz insan hallerine bürünmüş bir tembelliğin ürünü. Sen eğer bu satırlarımı okuyorsan önce kendini, bakış açını, çevreni düzelteceksin. Bu da aile içinde kim olduğundan başlar. Eğer gidebiliyorsan bir sanat galerisi, resim sergisi, konser; oturup ve peş peşe seni bir yerden bir yere ulaştıran hayatının podyumunda yani cadde, sokak ve yolların kaldırımlarında yürürken kendini görücüye çıkardığın kadarıyla yansıttığın bir kültürü nasıl adımladığınla anlatırsın bize… Öğren ki halen senin adını dahi bilmediğin ama fırsat verilmediği için o gözlediğimiz sahnelerin hiç birinde sanatıyla kendini gösterememiş sanatçıların var; boş sandalyelere konser veren, bir küçük mesajını iletemeden giden. Git onları tanı. Opera, bale saraylarında, tiyatro sahnelerinde, üniversitelerin konser salonlarında nasıl bir gençlik yetişiyor? Onun sana ihtiyacı var! Elinden sen de tut, fırsat ver, takip et, tanıt. Göreceksin sen de ibrikten süzülürcesine incelecek, durulacaksın. Lafa söze gerek kalmadan, aksinin nasıl yansıdığından, kendinden emin bir ilerleyişle hayatın renkleriyle buluştuğunda; işte o zaman uluslararası gitar virtüozu olarak tanınmayı başarmış ama kendi memleketinde adı evlendirme programındakiler kadar duyulmamış bir Ahmet Kanneci’yi ve nicelerini de tanıyacaksın….

Silvan Güneş
Biyografi Yazarı
01.10.2016 Alanya

Yorum bırakın