Behlül Güneş

tarama0002Behlül GÜNEŞ (dt. 22 Şubat 1928/ öt. 29 Mayıs 1992)
Babam hayatını kaybettiğinde 64 yaşındaydı, ben 22. O zamana kadar ölümün insan hayatında nasıl telafisi zor, derin yaralar açtığını bilmediğim gibi, babamı bu kadar erken yaşta kaybedeceğimi aklımın ucundan dahi geçiremezdim. Meğerse ne kadar zormuş, bir insanın babasını kaybetmesi…
Çocukluktan çıkıp kendimi bildiğim yaştan başlayıp, babamı kaybettiğim yaşa kadar ki sürede kendisinden çok şey öğrendim. Ailenin ne demek olduğunu, birlik beraberliği, hayatı kazanmanın zorluklarını, kendi ayakların üzerinde durmak için mücadelenin önemini ve en önemlisi de her şeye rağmen nasıl bir kişilik, tavır ve tutum içinde insan olmak gerektiğinin önemini, her fırsatta hepimize anlattı ve öğretti babam bize… Babam benim ilk öğretmenimdi…

Babam her akşam yemekte, mutlaka farklı bir konuya değinir, yemek boyunca hepimiz hem babamı dinler hem de merakımızı gidermek için ona sorular sorardık. O yüzden uzun olurdu bizim yemek sohbetlerimiz. O sohbetler de ise kimler yoktu ki? Işıklar içinde uyusun rahmetli dedem Mustafa Kocabey Güneş’in Trablusgarp’ta nasıl savaştığını ve esir düştüğü o topraklarda bir fırsatını bulup nasıl kaçtığından tutun da; Ulu önderimiz Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda verdiği Milli Mücadeleyi, yoklar içinde perişan olan halkın tek kurtuluş olarak gördüğü Atatürk’e nasıl inandığını ve peşinden gittiğini anlatırdı. Rahmetli dedem daha sonra da Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün yanında yer almış, memleketi için canı pahasına savaşmıştı. Ömrü hep savaşlar ve mücadeleyle geçtiğinden babama ve kardeşlerine rahmetli babaannem hem anne hem baba olmuştu. Köyün erkekleri askere gittiği için köyde tarlaları ekip biçecek kimse kalmamış. Savaşan ise sadece erkekler değilmiş, hayvanlar da savaşmış bu vatan için. Öküzler, inekler, atlar, eşekler, katırlar, dağlar, taşlar savaşmış..! Hem öküzün olsa ne olacak, toprağı ekip biçmek kolay mı öyle? Düşünsenize, o yıllarda modern tarım diye bir şey yok, öküzlerin koştuğu tek diş pullukla tarlaya gideceksiniz de buğday ekeceksiniz! Hem kendinizi hem tarlaya koştuğunuz öküzü dinlendirip, yeniden koyulacaksınız işe…

Topu, mermiyi, mühimmatı, yolu dahi olmayan o patikalardan, tepelerden, dağlardan aşırıp cepheye taşımak, söylerken, yazarken kolay, yaşarken nasıl olur da yaşananlar bir düğüm olup ok gibi saplanmaz yüreğe? Babam konuştukça, cepheye çocuklarıyla aç karna yola düşmüş kadınları, çocukları, nineleri hayal ederdim. Nazım Hikmet Ran’ın Kuva-i Milliye Şiirindeki gibi;
“…
Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle…”

ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Mustafa Kemal’in Kağnısı”ndaki gibi;
“…
Mustafa Kemal’in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden…”

Öyle kara günler yaşanıyordu ki kadınlar, ellerindeki son stoklarını dahi cephede savaşan askerlere ulaştırmak için siperlere kim bilir kaç sefer gitmişlerdi. O kadar günler unutulabilir miydi peki? Evet, unutulurdu! Anlatmazsan unutulurdu! Anlattırmazlarsa unutulurdu! Şiirini yazmaz, tiyatrosunu yazıp oynamaz, filmini çevirmezsen unutulurdu! Konu ciddi konulara geldi mi sıkılır, havadan sudan konuşmaktan başka bir şey anlamazsan unutulurdu..!

Babam, Kurtuluş Savaşı’nın halka düşmanla mücadele etme aşkını veren Mustafa Kemal Atatürk’ün bir başarısı olduğunu söyler, kendisini, yedi yaşlarındayken çok uzaktan da olsa gördüğünü gururla anlatır ve ne o günleri ne de Atatürk’ü unutmamamızı, özellikle yakın tarihi mutlaka iyi bilmemiz gerektiğini üstüne basa basa öğütlerdi.

Sadece bunlardan bahsetmezdi babam, eğitim-öğretimin önemini, dürüst insanlar olmamız gerektiğini fakat bunun yetmeyeceğini, aynı zamanda dürüst insanların arkasından gitmemiz gerektiğini, asla yalan konuşmamamız gerektiğini, kimsenin hakkına el uzatmamamız gerektiğini, bu vatan için çok çalışmamız gerektiğini anlatırdı anlatırdı anlatırdı… Giyim-kuşama ise ayrı bir önem verirdi ki hayatım boyunca babamı kravatsız, takım elbisesiz ve tıraşsız gördüğümü hiç hatırlamam. Her sabah mutlaka duşunu alır, tıraş olurken elektrikli tıraş makinesinin sakalını keserken kulağıma aşina olan sesi duyulduğunda ise, mutlaka kahvaltı masası hazırlanmış olurdu. Sabahları kızarmış ekmeği çok severdi. Bizi iştahlandırmak için ekmeğine tereyağı ve balı sürerken, “işte, böyle yiyeceksiniz, beslenmenize her zaman dikkat edeceksiniz ki hasta olmayasınız.” derdi. Tereyağlı bulgur pilavını ise yanında ayran ve turşu ile ne keyifli yerdi. Peki ya pazardan küfe küfe aldığı üzümler. Babam neredeyse günde iki salkım üzüm tüketirdi, fakat bizim kendisi gibi üzüme itibar etmeyip, üzümlerin tazeliğinin bozulduğunu görünce de kızardı. Böyle zamanlarda hemen yokluğu ve hastalığı hatırlatır, “sen kendine bakmasını bilmezsen, sana kimse bakmaz” derdi.

Askerleri de polisleri de çok severdi babam. Çocuklarından en azından birinin asker olmasını çok istemişti. Ankara Lisesi’nde yatılı olarak okuyan en büyük ağabeyim Adnan Güneş, daha sonra İktisat fakültesini bitirdi, ardından yedek subay olarak Balıkesir’de göreve başladığında, babam ağabeyimle o kadar gururlanmıştı ki kendisini kutlamak için hepimiz Balıkesir’e gitmiştik. Babam ağabeyimden askerde kalmasını istedi, ama o hayatına komiser olarak devam edecek, sonra da Emniyet Müdürü olacaktı…

O günün hatırasına babam bu fotoğrafı çektirmişti, fakat Balıkesir’in bozuk ve çamurlu yollarından geçtikleri için ayakkabılarını koruyamadan bu fotoğrafı çektirdiğine ne üzülmüştü. Memleketin bozuk yollarına ve düzenine hiç tahammülü yoktu. O yüzden daha iyisi olması için sürekli eleştirirdi. Geniş geniş temiz ve bakımlı yollar olsun ister, insanların arabaya binmesini arzulardı. Bu yüzden de memlekete nasıl bir yenilik olsa hemen onun öncülüğünü yapmak için atılıma geçerdi. Bunu yaparken, çevresindeki eşi dostu kim varsa, onları da bilgilendirir, kendilerini geliştirmeleri, yenilikleri takip etmeleri için telkin eder, bu konuda sürekli konuşmalar yapardı. Evimize her akşam misafirimiz geldiğinden ve sürekli hararetle memleket meselelerini konuştuklarından, ailece geçirdiğimiz bir geceyi o yüzden hiç hatırlamıyorum.

Teknolojiyi çok sevdiği için henüz Türkiye’de çok fazla insanda olmayan Televizyonu babam, 1960’lı yıllarda Hollanda’ya işçi olarak giden Sevgili Dayım Azim Güngör’ün vasıtasıyla getirtmişti. Televizyonun ne olduğunu kimse bilmediği için, anteni çatımıza takılırken tüm kasaba evimizin önüne yığılmıştı. Antene bakanlar, henüz o yıllarda televizyon diyemediği için anladığı kadarıyla televizyonu kendince telaffuz ederken, “hani bu hiçbir şey göstermiyor” dediğinde, ben de antene bakmış, adama hak vermiştim. Fakat eve girip de bir tahta kutunun içine oturtulmuş cam ekranı görünce, gerçeği o zaman anlamıştım. Akşam olduğunda ise bizim o geniş salonda adım atacak yer kalmamıştı. Herkes televizyonun açılacağı saati bekliyordu. Kanal arayışı uzun çabalardan sonra gerçekleşse de zamanla görüntü güzelleşmeye başlardı; karıncalı bir görüntü yani, şimdiki ekranlardaki netlik anlaşılmasın. O yıllarda çocuk yaşlarda olduğum için, erken saatlerde uykum geldiğinden, her seferinde TV’nin yayın yaptığı dakikalara girdiğimizde, artık kimin kucağında oturuyorsam orada uyuya kaldığımı, evimizin ise televizyon yüzünden aylarca dolup taştığını hatırlıyorum. Bazen komşular bizimle anneme haber yollardı; “annene söyle, akşam müsaitseniz size oturmaya geleceğiz.” derlerdi. Müsait olmadığını söylemek ise öyle komşuluk ilişkilerinde görülebilmiş şey değildi..!

Bir de evde ne kadar çok sigara içerlerdi. Annemin özel bir sigara çanağı vardı. Eskiden eve misafir geldiğinde Hollanda’dan gelmiş envaiçeşit filtreli sigaralar gelen misafirlere ikram edilirdi. Tabii ki o zamanlarda sigaranın sağlığa zararlı olduğu bilinmiyordu. Hani bugün Atatürk’ün sigarasına dahi laf ediyorlar ya, bırakın sigaranın zararının bilinmesini, o kadar derin memleket meseleleri varken, hayatta kalıp kalmayacaklarını dahi bilmeyen bu insanların aldığı nefes dahi kader sayılmışken, sigara sağlığa zararlı mıydı şöyle miydi böyle miydi diye kafa yorup ve bunu ciddi ciddi düşünmek için zaman ayıracak daha mühim meseleleri varken, kim takardı sağlığını? Sigaranın sağlığa zararını düşünmek ise bugünün yani modern çağlarının meselesiydi ve Türkiye’de ilk defa 1980’li yıllarda Özal Hükumeti zamanında gündeme gelmişti. Sigaranın sağlığa zararlı olduğunu ilk açıklayan ise Amerika olmuş ve bu bilgi tüm dünyaya bir üniversite tarafından yapılan bilimsel araştırmalar sonucunda duyurulduktan sonra, Türkiye’de de konuşulmaya başlanmıştı. İnsanlarımızın ciddiyetle dile getirilmeye başlanması ise 2000’li yılları bulacaktı ki; o zaman kadar otobüslerde sahi insanlar sigara içer, o uzun yolculuklarda herkes bu dumanı çekerdi. O yüzden, ben küçük yaşlardayken kış gecelerinde içilen ve duman altı olan evimizi hatırlıyorum da, annem misafir geldiğinde durmadan pencereleri açıp salonu bir kaç kez havalandırır, kadıncağız neredeyse her ay perde yıkar, perdeleri sinmiş o sigara dumanını ağartmak için o merdaneli makinelerin olduğu dönemlerde gün boyunca sırılsıklam ne sıkıntılar çekerdi.

Babam çok sevilen bir insandı, kimin başı bir işe sıkışsa soluğu babamın yanında alırdı. O sadece bize değil, ona başkaları vasıtasıyla ulaşmış tanımadığı insanlara dahi yardımcı olurdu. Sanki koskoca bir ilçenin danışmanıydı. Birisi bir iş yapacağı zaman babama danışırdı. Çünkü bilirlerdi ki, babam onları hem yanlış yönlendirmez hem de alacakları kararda en doğru olanı kendilerine söyler ve bunu yaparken maddi zarara uğramadan seçilecek en iyi yolu ondan öğrenebilirlerdi. 1950’li yıllarda “Mashall Yardımı” adıyla gelen biçerdöverlerden bir tane de babam almış, Türkiye’de ilk modern çiftçiliğini başlatan öncülerden olmuştu. Peşi sıra traktör ve araç gereçlerine sahip olmuş, modern çiftçiliğin gelişmesi için çiftçiyi bu konuda yönlendirerek teşvik etmişti. Haliyle o yıllardaki insanlarımız eski bildiği yöntemi bir anda bırakabilecek cesarette, görgüde ve vizyonda insanlar olmadıkları gibi maddi anlamda da bu modern teknolojiye bir anda sahip olmak o kadar kolay değildi. Çiftçilere bu tür yenilikleri kabul ettirebilmek için örneklerin çoğalması, bu gelişimin adım adım takip edilip ona inandıktan sonra harekete geçebilmek için şartların uygun hale getirilmesi gerekiyordu. Yoksa çiftçilerimiz yeniliği denemek için nasıl cesaret kazanabileceklerdi? Öyle ki o yıllara kadar insan ve hayvan gücüyle sürülen toprağa bu modern araçlarla girebilmek için önce bu araçları kullanmasını öğrenmek ve her bir aletin dilinden anlamak gerekiyordu. İşte, Yeni Türkiye, o büyük mücadelelerle kazandığı savaşların ardından, yeniden başladığı başka bir mücadeleyle her alanda başka savaşlar vererek adım adım bu günlere gelebilmişti. O yüzden bugün hâlâ nerede traktör üstünde bir çiftçi görsem gururlanır, ona dua ederim. Çünkü ben bir ürün yetiştirmek için tarlaya yılda dokuz kere giren çiftçinin üretmek için neler çektiğini, pazarlarda filelerinizi zahmetsizce doldurduğunuz tezgahlara dökülmüş o envaiçeşit ürünlerin ve emeğin ne demek olduğunu çok iyi bilirim.

II. Dünya Savaşı’na Türkiye girmemişti, ama geçim savaşı da başka savaşları aratmayacak kadar şiddetliydi. Yani sizin anlayacağınız, hiç bir şey bir anda olmadı. Herkes bugünün Türkiye’sine gelebilmek için kendi alanında verdiği savaşlarla, bugünkü bu güçlü duvarın tuğlası oldu, harcı oldu. O günkü şartlarda o kadar yapıldı, elbette bugünün ilerlemiş teknolojisiyle, daha hızlı daha çok daha iyi işler yapılacaktı. O yüzden dünle bugünü karşılaştırıp yarıştırırcasına kelimeler kurmak ne kadar bilinçsiz, bilgisiz ve mantıksız olduğumuzu da ortaya koyacaktı! Dün dedelerimiz cephede savaştı, babalarımız enkazlarını kaldırdı, bugün de bizler üstüne bina ediyoruz. Elbette bu yüzyılda benim hak ettiğim yollar, fabrikalar, köprüler, limanlar yapılacak. Başka türlüsü düşünülebilinir mi? Ya da halka hak ettiği hizmeti yapmayı görev edinenlerin görevlerini yerine getirmelerinden lütfettikleri düşünülebilinir mi? Doktorun görevi hastasına doğru teşhis ve tedavi uygulayıp iyileştirmektir. Öğretmenin; iyi ve çağdaş bir eğitim verip diğer dünya devletleriyle ortak, evrensel ve dünyanın gerçeklerinden kopuk olmayan bir eğitimle, -bu bayrağı bizden sonra taşıyacak olan gençleri her şeyin farkında bireyler olarak-, kendi ayakları üzerinde durabileceği doğru kanallara yönlendirmektir. Mühendis; doğru zemin, fizibilite ve malzemeyle amacına uygun binalar yapmak için vardır. Kısacası herkes kendi görevini yapar ve bu halk onun bedelini devletine kendisine ödediği vergilerle olaylı yollardan öder. Ve yol, su, elektrik, okul, hastane, vs olarak bu dönüşüm sağlıklı, amaca ve araçlarına uygun devindikçe, devlet de millet de yaşar; öyleyse herkesin işini layıkıyla yapması zaten bir sorumluluk/göreviyken, görevini yapıyor ve herkes bu zincirin bir halkasıyken kişileri ekstra göklere çıkartmaya gerek var mıdır? Elbette “baş nereye çekerse kuyruk oraya gider!” der atalarımız, eğer kötü bir gidişat varsa bunu da yanlış karaların bir suçu olduğunu bile bile görmezden gelip, aksine bir de üstüne alkışa tutmanın bu memlekete bir faydası, geleceğe bir yatırımı ar mıdır? Umarım dünün savaşan dedelerini, savaşların enkazlarını kaldıran çalışkan babalarını, bugünün yeşile ve tarım arazilerine gereken değeri vermeden bina diken çağın babaları iyi anlar ve o zamanları iyi öğrenirler. Çünkü bugün bunun anlaşılmasına çok ihtiyacımız var.

Sözlerimi burada noktalarken, şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Hiç bir sakallı ve bıyıklı erkeği sevmedim. Bir bayan olarak bir erkekle konuştuğum zaman değil ayakkabıları çoraplarına kadar bakarım. Hele de otururken bacak bacak üstüne atmış bir erkeğin pantolonunun paçası yukarı sıyrılıp bacağına çektiği çorap göründüğünde, o hoyratça giydiği çorabının ayak bileğinde kırış kırış olduğunu görmek dahi benim o kişi hakkındaki kişilik analizi yapmama yeter de artar! İnanın, çocukluğuna kadar inerim, o kadar yani! Bu kesinlikle bir ön yargı değildir. Kendine değer veren insanların kıyafetlerini de iyi giyindiğini, iyi giyinen insanların ise eşlerine, ailelerine ve çevrelerine her zaman saygılı olduklarını, düzenli tertipli ve temiz olduklarını her tecrübemde saygınlıklarıyla şahit olmuşumdur. Sevgili babam ışıklar içinde yatsın anneme her zaman “Zeliha Hanım”, diye seslenir, annem de babama “Güneş Bey” derdi. Ben onlardan öyle gördüm, öyle yaşadım. Hayatım boyunca ne babamın ne de annemin ağzından bir argo kelime duymadım. Demek ki neymiş, eğitim sadece okullarda bize verilen bilginin depolanmasıyken, görgü ve görenek insanın yaşadığı dünyayı iyi algılaması ve kendini onun içinde saygınlıkla iyi konumlandırmasıymış…

Bugün bu cümleleri yazmamın müsebbibi başta Ulu Önderim Mustafa Kemal Atatürk’ü ve hayatta olmamı sağlayan anne ve babamı, babamın babasını ve dedelerimi saygı, minnet ve hürmetle anarken, aynı zamanda yaşamım boyunca karşıma çıkmış baba gibi babaları ve herkesin babasının babalar gününü kutluyorum.

Silvan Güneş

Yorum bırakın