Senin Film Setin Nerede Çekime Giriyor?

IMG_20150913_205332

Bazı anlarında film setinde olduğunu düşünüyor insanlar. “Mesele hangi anlardır o anlar?” diye sorarsanız, buna açılışlar, düğünler, sosyal organizasyonlar hatta bazı caddelerin arşınlanan kaldırımları vb. diyebilirim. İzletme ve izlenme tavırlarına büründüğü andan itibaren, herkes olduğunun dışına çıkar orada. Bir bukalemun hızında kişiliğinin çarçabuk geçirdiği bu evrim -ya da şöyle diyelim- az önce bir zaman tünelinden geçmişçesine daha düne kadar tanıdığım seni, bir anda ilk defa görüyormuşum ya da yeni tanışıyormuşuz hissine kapılmana vesile olacak bir resim vererek, ona karşı yabancılık hissetmene vesile olmak istiyorsa; senin onu öyle anladığından değil, onun sana öyle hissettirmek istediğindendir; bu tavırlar/davranışlar kargaşası…

Halbuki “az önce evde üstündeki pijamanın pejmürdeliğinin içinde bitap düşmüş iskeletinin üstüne yığılmışçasına duran tenini, gardırobundan seçtiği kıyafeti üzerine geçirip, yüzüne gözüne yaptığı makyajın da etkisiyle bir anda feri gelen gözlerinin, “vay ben neymişim” iç sesinin gazıyla doldurduğu enerjinin hızıyla, atmıştır kendini dışarı. Hatta, çoğu zaman sokakta orada burada, -eğer aynı apartmanda oturuyorsan- bizatihi kapıda ya da ekmek almaya giderken karşılaştığın, selam verip hal hatır sorduğun kimselerdir bunlar. Peki ne olmuştur bunlara? Sıradan bir günde sıradan hallerimizle karşılaşıp sıradan yapılagelen sohbetler, nasıl olur da aynı insanlarla karşılaştığımız davetlerde, hatta sosyal medyada birbirine karşı “iki yabancıymışçasına” takılan tavırlarla çizilmeye çalışılan garip -kırmızı- sınırlar ve görmezden gelmeler? Neden insanlar bu tavırlara bürünür? Üstünde bıraktığı etkiyle sorarsın kendine? “A ah, bu bizim Necla değil mi? Hayırdır, görmedi mi ki beni? Ya da karşılaşmışsınızdır da bir gülümsemeyle geçiştirmiştir varlığını. Ya da, soğukluğu ve samimiyetsizliği karşısında “Ben ona bir şey mi yaptım?” diye geçirirsiniz içinizden… Aslında hiç biri değildir bunlardan, çünkü ondaki bir kişilik bozukluğudur: şöyle ki…

İnsan ilişkileri ne kadar rezil olmuşsa o kadar kayboluyoruz içinde. O yüzden uzun zamandır uzak duruyorum davetlerden, açılış ve kutlamalardan, kalabalıktan… Niçin? Çünkü bakıyorum, kimse kendi değil? Peki, bazı durumlarda bunu, kuaföre gidip yaptırdığı saçını ve ona uygun giydiğin kıyafeti de eklemek mi gerekiyor? Kendini çok daha özel ve güzel hissettiği o anların hürmetine midir bu “küçük dünyaları ben” yarattım tavırları? Tamam kabul, insanlar davetlerde tüm çirkefliklerini, kavgacı yanlarını, sinir stresli hallerini kamufle etmeli, içinde bulundukları ortama uyum sağlamalıdır. Bunu ben de doğru buluyor, kabul ediyorum, yalnız, “bunu yaparken de bu kadar kendinizden uzaklaşmayın be kardeşim” demekten alamıyorum kendimi. Peki şahsi bir gözlem mi bunlar? Hayır, kendim üzerinden yazıyorum, ama konuştuğum insanları dinlemeye kalktığımda neler çıkıyor önüme. O yüzden bu konuya değinmeden geçemedim bugün. Durun daha bitmedi, konuya ekleyeceklerim var…

Böyle ortamlarda sizinle olan hukukunu unuturcasına bambaşka bir kimliğe bürünen bu insanlar, aslında rahatsızdır. Bu tür ortamların etkisiyle, bu tip insanları normal şartlarda tanıyamamış olduğunuza kanaat getirir, -hatta- orada yansıttığı tavrıyla ortaya döktüğü rahatsızlığına şahit olursunuz. Çünkü bu rahatsız tipler böyle anlarda kılık ve kıyafetinden, saçına kuaför marifetiyle verdiği şekilden tutun da orayı arşınladığı adımlarına, etrafı süzüşüne, dudaklarını bindirdiği alaycı dudak büküşlere kadar, “ona bakan her gözü, kendini çekmeye başlamış bir kamera olarak gördüğünden”, kendisine ait kaydedilen her anı; onu izleyenlerce üstünde bıraktığı kıskanılacak, gıpta edilecek, ulaşılmaz bir duygu bıraktığı hisle endam etmektedir. Bu yüzden ne kadar çok izleniyor, takip ediliyorsa o kadar kendini özel, güzel ve ulaşılmaz sanır!

Davet dediğin yerler böyle yerlerdir işte. Aslında çoğu için bir podyumdur. Kimin kimsenin varlığı senin varlığından daha önemli değildir, ama seni kimlerin takip ettiğini gözlüklerinin ardından kamufle etmeye çalıştığın gözlerinle takip etmeyi de ihmal etmezsin. Hatta orada olmasını isteyip olmadığını gördüğü kişilerle rastlaşamadığı için o mekânda durmanın bir anlamı kalmamıştır. Çünkü rakipleri vardır böylelerinin. “Bak gördün mü ben neymişim?” dedirtecek havayı atamamışlığın da can sıkıntısıyla, bu tür mekânlar çabucak terk edilmeye mahkumdur. Sonra davet eden kişi de huzursuz olur bu erken gitmeye kalkmalardan. “Ah biraz daha kalsaydınız?” diye seslenirken ardınızdan, davetten davete koşturan bir eda ve ne kadar önemli işleri olan bir insan olduğunu göstermek için, “ah çok isterdim ama bir randevum daha var” gibilerinden özenle kurulan cümlelerle verilen sosyal mesaj dahi, “karşıya bir gol attım” duygusu hissettirir böylelerine.

Evet, hiç bir şey anlamıyorum bu senaryoların oynandığı davetlerden. Kimse davetin içeriğiyle ilgilenmediği için çok konuşulur ve garip bir uğultu vardır, gözlerim gibi kulaklarıma iyi gelmeyen… Öbek öbek yapılan konuşmaların arasından, kaliteli bir sohbetin döndüğü bir masaya, -ruleti çeviren kızın paralarımı koyduğum numarayı denk getirmesini- dilemek kadar kumar işidir rastlantılar, yeni tanışmalar. Neyse, biraz konuyu değiştirirken, geçenlerde başıma gelen ve aklıma geldikçe güldüğüm bir durumu yazamadan geçiştiremeyeceğim, bu tip davetlerde ortaya dökülen psikolojinin rahatsızlığını. Daha öncesinden ortak arkadaşların vasıtasıyla tanıştığım bir hanımla bir resim sergisinde karşılaştık. O ben ve bizi davet eden hanımefendi ile sohbet ederken bu hanım çantasından cep telefonunu çıkartıp o anı ölümsüzleştirmek için bir fotoğraf çektirmek istedi. “Ben çekeyim.” dedim. “Olmaz, sen de ol.” deyince kırmadım kendisini. Bunun üzerine hemen yanımızda olan başka bir hanıma, -elinde cep telefonunu çekime hazır olduğu halde-, resmimizi çekip çekemeyeceğini sordu. Bu hanım öyle bir bakış fırlattı ki, o bakışlarda aynen şunlar vardı. “Sen kim oluyorsun da benim gibi asil bir bayana sizin fotoğrafınızı çekmemi isteme hadsizliğinde bulunabiliyorsun? Hem ben mecbur muyum sizin fotoğrafını çekmeye? Densiz, terbiyesiz şey…”. Ve işin kötü tarafı, bu hanım, bu şimşekli bakışlarının ardından hiç bir şey söylemeden oradan uzaklaştı. Fotoğraf çektirmek isteyen bayan ise onun bu sessizliğinin hemen ardından başka bir tanıdığına rastlayıp bu işi ona teklif etti. Çünkü, davetin sahibi olan arkadaşı ile o anı ölümsüzleştirmekti asıl niyeti.

İnsanlarla iletişim ne kadar zorlaşıyor değil mi? Bir zamanlar insanlar yolda tanımadıkları insanlara selam verirlerdi. Şimdi verdiğinizde karşı taraf, “affedersiniz, tanışıyor muyuz?” diyor. Ya da iyi niyetle atılan bir selama cevap veriyorsunuz, o ad ardından “Tanışalım mı?” diyor. Tanıdığınız bir insanı başka bir ortamda rastladığınızda kendini bir anda protokolden görüp en önde oturuyor olmanın kimliğine kattığı edayla sizi tanımayabiliyor ya da sizinle daha önce kullanmadığınız bir dille konuşma diyalogları yaşayabiliyorsunuz. Peki ne oluyor bu insanlara? Neden bu kadar kendinizden uzak ve mutsuzsunuz? Bu yaşadığınız yapay hayatlar sizi mutlu etmeyecek. Kendi kendine girdiğin roller içinde kendinden yitip gitmişsin haberin yok. Şu külkedisi masalı ne kadar da çok etkilemiş bizim toplumu? Az önce aparmanın kapısında karşılaşıp “Naber kız Necla?” diye seslendiğin kıza, şimdi şu davette seslenmeye kalksan, sanki bu seslenişim zamanı onun için bir anda 24.00’a getirip, evinde hiç sırtından çıkartmadığı pejmürde pijamalarının içine sokup, herkesin önünde rezil edecekmişçesine, nefesini tutmuş poz verirken film çeviriyor orada Necla!..

Silvan Güneş

Biyografi Yazarı

Yorum bırakın