Herkese Yaptığı İşin Bedeli Ödenir!

1sSeçmediğin bir anne babanın evladı olarak, ebeveynlerin; hangi coğrafyada hangi ülkede hangi sınırlar içerisinde hangi şehirde hangi mahallede hangi sokakta hangi evde oturuyorsa orada doğdun. Sahip olduğun 46 kromozomun 23’ünü annenden, 23’ünü babandan aldın. Anne ve babanın iki yarısı olarak, onların konuştuğu dili öğrendin. Onların eğitiminden geçerken onların etnik kimliklerini ve inançlarını sahiplenerek sen oldun! Sonrasında sana bahşedilen ya da kaderin seçtiği, seçemediğin, seçilmişliğinin yekununda mahallendeki okula gittin ya da ailenin başka yerlere taşınmasıyla taşındığın yerdeki güzergahların hattında gelişimini sürdürdün. Gittiğin okullarda, yine senin seçmediğin, o anda orada olan öğretmenler tarafından, sistemin belirlediği ders kitapları ekseninde hayat hakkında bilgi sahibi oldun… Bu noktada senin duyuların da devreye girdi ve duygularınla birlikte yönetmeye kalktığın ruhun ve aklın seni biçimlendirdikçe sen “sen” olmaya başladın…

Mesleğini kendi yetilerin ve yapabildiklerin doğrultusunda seçtin ya da sana akıl verenler, yönlendirenler tarafından seçtin! Ve sen artık, kararını herhangi bir mesleğin erbabı olabilmek için aldığın kararlar ve eğitimler doğrultusunda bir diploma sahibi oldun… Sen o diplomayı eline aldıktan sonra alanınla ilgili bir iş buldun ve o işte çalışmaya başladın ve fakat o diplomaya sahip olmak için hayatına giren herkesin -ailenin, akrabalarının, mahallede oynadığın arkadaşlarının, mahalle bakkalının, komşularının, öğretmenlerinin, okuduğun kitapların ve o kitapları yazanların, sosyal çevreden edindiğin haber ve bilgilerin, seni yönetenlerin, yaşadığın yere hizmet edenlerin, tesadüflerinin… vs- de senin üstünde bir hakkı olduğunu unuttun! Unuttukça egoların seni cenderesinde hapsetmeye başladı. Boynun uzayıp, elin istediğine ulaştıkça sen seni “BEN” sandın…! Çünkü, diplomanın sana vererek açtığın kapıları tek başına açtığını düşündün, o köprüden tek başına geçtiğini, o kalemi tek başına tuttuğunu, o havayı tek başına soluduğunu…! O yüzden, o başarıyı sadece kendi aklının, zekanın ve çalışmanın bir eseri sandın! Mahallendeki uyuz kedinin, kuduz köpeğin, çınar ağacının ve gölgesinin, mevsimlerin, üstünden atladığın hendeklerin dahi sana neler öğrettiklerini unuttun! İşte o yüzden, görünmez ama her zaman var olan katkıları bir kenara ittin. An’a, doğaya, zamana hayatına giren maddi manevi her şeye karşı olan borcunu hiç düşünmedin!

Bugün doktor, hemşire, mühendis, savcı, hakim, öğretmen, bilgisayar programcısı, şair, yönetmen, senarist, yazar, bürokrat, sunucu, turizmci, garson, tuvaletçi vs… oldun ama işini yaptıkça sürekli, “Ben yaptım, ben olmazsam bunlar olmazdı..!” dedikçe,hayattaki bu zorlu mücadelede seni sen yapan  herkesin/her şeyin üstündeki hakkı yok sayıp, tek başına bir alkışı beklemek, kendine ve yaşadığın şehirdeki halka söyleyebileceğin en ağır söz, en manasız hak talebidir… Eğer, çalışmış, didinmiş, bir meslek sahibi olabilmişsen, bu toplum seni elbette ayakta alkışlar ama işinle ilgili verdiğin hizmeti bu topluma lütfediyor gibi vermeye kalkarsan, o zaman sana denir ki; doktor, öğretmen, hakim, bürokrat… vs ne olduysan oldun, ama önce kendine oldun. O meslek üstünden para kazanmaya başladıysan, evet bunu da çalışkanlığına ve başarına borçlusun. Ama senin “sen” olabilmen için de sana emeği geçen yüzlerce bilinen, binlerce dolaylı insandan ve kilometrelerce araya giren mesafelerin yeryüzündeki kalıntılarından hizmet, aldın… Onların hazırladığı alt yapı üzerine kendini bir yerlere taşıyabildin ve tüm bunları başardın… Hem o alt yapı, zemin olmasaydı, sen nasıl bir dünyada yaşayacaktın ki? Evet, işin başına geçince sen de güzel şeyler yaptın. Ama yaptığın her takdir edilecek çalışmanın karşısında “Ben olmazsam olmaz!” nutukları atıp, insanları tehdit edercesine “Ben olmazsam kimse bir şey yapamaz!” türünden cümleler kurarak, milleti pıstırırcasına takındığın tavırlar, üslup bu halka, topluma yapılan bir baskı değil midir? Kim olursa olsun, eğer erbabı olduğunuz bir meslekte hizmet veriyorsanız, yine bu millet sana vergileriyle,  aldığı hizmetin karşılığını para olarak -ederin kadar- bastıra bastıra ödemiyor mu?. O yüzden, hiç birimizin farklı havalara bürünmesine gerek yok! Hangi işin başındaysan, meslek sahibi olmak için başta verdiğin mücadelenin aynısını bir iş sahibi olduktan sonra da sürdürmelisin… Hatta, işini daha iyi yerlere taşımalısın ve bunu yaparken de kimseden alkış beklememelisin. Şimdi bir öğretmen nasıl olur da üstüne düşen her bir sorumluluğu dile getirip, bu milletten kendini aşan bir alkış bekler? Herkes hangi işe soyunmuşsa o işi en iyi şekilde yapmakla mükelleftir ve bunun için de kimsenin kimseyi alkışlaması gerekmez. Ancak işini daha ileri boyutlara taşıyıp, meslektaşların arasında bir fark yaratabilmişsen -işte aradaki o fark yüzünden- millet seni takdir eder ve ettiği için de alkışlayabilir… Çünkü sen sıradan, rutin, alışılagelmiş bir çalışma prensibinin dışına çıkmışsındır! Ve fakat, bir yerde bir fark yarattın diye de kimsenin sana körü körüne bağlanıp diğer taraftan yaptığın haksızlıkları, geri dönüşümsüz zarar ve ziyanlarını görmezden gelmesi de doğru değildir. Eğer halk buna gereken tepkisini vermiyorsa o zaman -ilk önce- kendi sevdiklerinin geleceğini göz göre göre bir uçurumdan aşağıya itiyordur, demektir.

Sonuç olarak; herkes ne yaparsa kendine yapar, yaptığı her şeyin de karşılığı kendine, yine bu toplum tarafından fazlasıyla ödenmektedir. Kimse kimseden daha karagözlü, üstün, olmazsa olmaz, vazgeçilmez değildir. Bu söylediklerime, kendini dünya işlerinden arındırmış bilim adamlarını, dahileri, bir toplumu değişime uğratıp liderliği her yönde kanıtlanmış “özel” insanları katmıyorum. Onlar gerçekten vazgeçilemezlerdir. Asırlar geçse de yaptıkları yaşar, o yüzden onların eserleri tarih kitaplarında dilden dile konuşulur… Onlar; Akıncılardır, Alparsalan’dır, Fatih Sultan Mehmet’dir, Mustafa Kemal’dir…

Silvan Güneş

Yorum bırakın