Çocukluğum Kuşadası’nda geçti 1980 yılından beri oturduğumuz Kadınlar Denizinden Ada’ya kadar her yer zeytin ağaçları içinde şirin mi şirin bir yerdi Kuşadası. Dar sokaklarında, henüz tüm halkının turizmden nasibini almadığı, eşek üstünde, üstünü -bugün piknik yaptığınız- pötikareli örtü ile örtmüş ninelerle ve kendine has şivesiyle tanıştığım şirin mi şirin bir yerdi. Teyzelerin örtüleri ağırlıklı olarak, beyaz, bordo, kahverengi tonlarındayken, erkekler turuncu-beyaz bir poşu bağlarlardı boyunlarına ya da çalışırken –güneşten korumak için, başlarına sararlardı. Ayaklarında bol bir şalvar, üstlerinde genellikle beyaz bir gömlek olurdu. Yumurta topuk ayakkabının arkasına basılırdı. Böylece şalvarın altındaki o hafif sivri topuklu ayakkabı, sahibine bir hava katardı…
Renkli gözlü amcalar hatırlıyorum o dönemlerden, çakır bakışlı, pos bıyıklı… Konuşurken araya, cümleyi pekiştirmek için serpiştirilen “anadın mı?” sözlerini erkekler daha çok kullanırken, kadınlar bunu şaşma ve duruma göre replik verme adına “ani, ani gare” ile süslerlerdi…
Çok fazla araç yoktu 1980’li yıllarn Kuşadası sokaklarında… Çok büyük caddeleri de yoktu zaten. O yüzden trafik/park sorunu diye bir şey yaşamazdık. Yoğunluk dediğimiz şey ise, daha çok gemilerle gelen turistin bu şirin kasabada yarattığı bir anlık bir panayır havasıydı…
Beldenin adı her ne kadar “Kuşadası” olsa da burada yaşayanlar kendine “Adalı” derdi. Belki de böyle söylemenin başka bir nedeni, Cumhuriyet kurulmadan önce mübadele ile buraya çevre adalardan (Ege adaları) yerleşen ada sakinlerinin, daha sonra bu alışkanlıklarından kurtulamayıp ya da kendilerinin adadan geldiğini belirtmek için böyle söylerlerdi. Girit, Mora Yarımadası, Rodos, İstanköy (Kos), bu adaların başından gelmekteydi ve o yüzden Kuşadalı bir yerliye “Nerelisin?” diye sorsanız kendisi için “Adalıyım” cevabından başkasını alamazdınız. Kuşadası’na sonradan -Anadolu’dan- gelip yerleşenler de bu geleneğe çok çabuk uydular ve yaşadıkları yer için hep “Ada” dediler. Kadınlar Denizi gibi Kuşadası’na 1 km gibi bir mesafede benim gibi oturanlar dahi, Kuşadası’na gideceği zaman “Adaya iniyoruz/gidiyoruz” diyerek bu geleneğe uydu…
Bahar ve yaz mevsimi geldiğinde gün batımı için Adalılar mutlaka sahile inerlerdi ve herkes birbirini tanıdığından sahil boyunca selamlaşılırdı. O yıllarda benim en çok dikkat çektiğim şeylerden bir tanesi ise limana eğer Türk askeri gemisi yanaşmış ve bahriyeliler kasabaya ayak basmış ise Kuşadalı annelerin kızlarını da alıp burada onlara uygun bir eş araması olurdu. Kızlar burada tanıştıkları bahriyelilerle birbirlerine adreslerini verirlerdi. İlk gördüğümde ben buna çok şaşırmıştım ve sonradan öğrendim ki bu şekilde evlenip yuva kuranların örnekleri de varmış. Her yerin kendine göre adetleri var tabii ki. Kızlarına münasip bir eş arama geleneği Anadolu’nun her yerinde farklı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin hamam kültürünün ağırlık bastığı yerlerde anneler erkek çocuklarına uygun bir eşi hamamda fiziğini beğendiği bir kıza talip olarak gerçekleştirirdi. Televizyonlarda filmlere dahi konu olmuş izlediğim bir örnekte ise kızlar çeşmeye su taşımaya giderken onları izleyen taliplileri ile buluşuyorlardı. Yine başka bir filmde çeşme başında biber yetiştiren ve beğendiği kızın biberini yiyen ve “ben sana talibim” manasına gelen bir geleneğe de rastlamıştım. Ablamın bir arkadaşının anlattığına göre kendi memleketlerinde de “Londra Asfaltı” adı verilen bir caddeye evlenme yaşı gelmiş ebeveynlerin çocuklarını da alıp belli saatlerde bu caddeden geçerek birbirlerini beğendiklerini anlatmıştı. Yine Kuşadası’nda herkesin yakından tanıdığı bir ağabeyimiz, tıpkı Kuşadası’nda olduğu gibi Ordu’da da aynı şekilde ailelerin kız çocuklarını bahriyeliler limana demir atıklarında tanışmak için sahile çıktıklarına şahit olduğunu, hemen hemen tüm sahifiye yerlerinde özellikle kız çocuklarına münasip bir eş bulmak için ailelerin bu yönteme başvurduklarını, çünkü kızlarını evlendirecek başka alternatiflerinin olmadığını, Adada’da bunun bu şekilde olmasının normal karşılanması gereken bir durum olduğunu anlatmıştı. Demek ki Kuşadası’nda da aileler kız çocuklarına daha iyi kısmetler bulabilmek için böyle bir yönteme başvuruyorlardı ve gerçekten de burada yaşayanların kızlarını evlendirmek için bundan daha iyi bir şansı yoktu! Ve bu durum, benim de daha sonra yaptığım araştırmalar sonucu teyit ettiğim ve özellikle 1970-1980’li o yılların deniz kenarlarındaki küçük kasabalarında yaşayan insanlar için olağan bir durumdu. Aynı şekilde, Anadolu’nun en ücra köşesinde yaşayan bir bahriyeli için de sahil kasabasından bir kızla tanışıp evlenmek, – o günün şartlarında- oldukça önemli bir sosyal durumdu.
Babam, annem ve ben, tesadüfen adaya inmiş ve bir bankta oturmuştuk ki, az sonra limana yanaşan büyük bir savaş gemisinden bir anda karaya çıkan bahriyeliler ile, onları en güzel kıyafetleriyle karşılayan adalı genç kız ve yanlarında annelerini gördüğümde, ortalık bir anda birbirini bekleyen insan kalabalığıyla dolmuş, ardından tanışan gençlerin birbirlerine verdiği adreslerin yazılmasıyla genlerin yüzü gülmüştü. O gün hemen yan bankta oturan teyzenin kızı yanına geldiğinde ona iki tane adres aldığını söylerken yüzündeki mutluluğu annesini de mutlu etmişti. Gençler tanıştığında anneler kızlarından ayrılıyor, onlar bir köşede beklerken kızları bahriyelilerle sahilde yürüyerek -bu kısıtlı zaman zarfında- birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı. Bahriyeliler kasabada çok fazla kalamayacaklarından onların da zamanları kısıtlıydı ve her biri tıpkı genç kızlar gibi birinden ayrılıp diğeriyle görüşüyordu…
Yıllar geçti nüfus arttı. Eşek üstünde pötikareli örtüleriyle evlerinden zeytin bahçelerine giden teyzelerin sayısı azaldı. Tarlasından yılda iki mahsul kaldıran, ayağı şalvarlı, yumurta topuk ayakkabılı, turuncu poşulu, pos bıyıklı amcalar bahçelerine artık gitmez oldu. Zeytin ağaçları kesildi, yerine oteller dikildi. Bolca siteler yapıldı. Yollara sığılmaz oldu. Yeni yollar, sokaklar, caddeler yapıldı. Yapıldıkça kesildi zeytin ve incir ağaçları. Kuşadası aştı, taştı. Öyle bir hal aldı ki durum, artık “Adalı” diye bir şey kalmadı! Yabancı oldu herkes birbirine… Bu duruma bir çare bulunamayınca Kuşadası’nda bir ilk yaşandı ve Kuşadası’nda “Kuşadalılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” kuruldu..!
(Bu yazıma ek yazı yazma gereği duyduğumdan yazıya 2019’dan sonra yeniden devam ediyorum)
Tüm bu yaşananların üstüne ise özellikle 1970’li ve 1980’li yıllarda Kuşadası’nda yaşamayıp da ya da bu bahriyeliler Kuşadası’na geldiğinde hiç sahile uğramayıp artık hangi işlerle uğraşıyorsa bir kesim, yukarıda yazdığım bahriyelilerle ilgili yazıma inanılmaz anlaşılmaz bir tepki verdiler ve kendilerince bu yazdığımı bir aşağılama olarak algıladırlar. Ben bir folklor araştırmacısı ve derlemecisi olarak bu durumlara hiç şaşırmıyorum. Çünkü 1990’lı yıllarda Kuşadası’nın folklor araştırması yapmak istediğimde de derleme için başvurduğum aileler eskiye dair hiçbir şey anlatmak istememişler, geçmişleriyle utandıkları gibi bunların anlatılmasını ve yazılmasını da istememişlerdir. Allah’tan o esnada imdadıma yetişen ve çok sevdiğim başka bir Adalı arkadaşım kendi ailesini ve yakınlarıyla beni tanıştırarak geleneksel kıyafetlerini, eski fotoğraflarını paylaştı. Hatta bazı fotoğrafları elemek zorunda kaldık. Çünkü fotoğrafta yer alıp bugün çok farklı bir hayat süren ve fakat eski hallerinin belge olarak ortaya çıkmasını istemediği gibi o bir karede bir fotoğrafı oldu diye hukuki olarak hak talep edebileceği ihtimaline karşı ne kadar önemli fotoğrafları elemek zorunda kaldım. Haliyle yıllar geçtikçe insanların yaşantıları, sosyal statüleri, duyguları değişiyor. Köprünün altından ne sular geçti. Şimdilerde sosyal medyanın ve her yerde eskiye olan rağbetin nostalji noktasında kendini göstermesiyle, Kuşadalı bazı yerlilerin de eski fotoğraflarını paylaşıma açması, Kuşadası’nda yavaş yavaş bu algıyı yerini başka bir boyuta taşımaya başladı. Turizmin en rövanşta olduğu yıllarda gemi geldiği zaman annelerinin, nenelerinin bellerine ve üstlerine örttükleri pötikareli kıyafetlerle ortalarda dolaşmamasını tembihleyen ve onların dışarıya çıkmasını yasaklayan Adalı esnaf, bugün o eski geleneksel kıyafetlerinin gün yüzüne çıkıyor olmasını başka yakınları tarafından sosyal medyada paylaşılmasını yadırgamıyor, ya da bu duruma alışmış görünüyor. Bunu gözlemlemek dahi benim gibi bir derlemeci için büyük bir gelişme. İnsanlar geçmişlerinden utanmamalılar. Fakirlik, yoksulluk ayıp olmadığı gibi eskilerini ve gereklerini anlatmak da ayıp değildir. Eğer bunlar doğru ve gerçek durumlarıyla anlatılmazsa zaten orada ne kültür olur, ne de toplum. Bu değerler insanları birbirine bağlayan, yakınlaştıran ve kenetleyen has duygulardır. Dileğim odur ki Kuşadası’nın geleneksel yapısı ve ortaya bir türlü çıkmayan gizlenilmeye çalışılan her türlü güzel değerleri paylaşılsın. Aslında ben bu tepkinin genlere işlenmiş korumacı bir gelenek olarak görüyorum. Çünkü Adalarda yaşamanın ve farklı kültürlerle birlikte siyasetin de etkisiyle kapalı yaşamanın maddi ve manevi önem taşıdığı ve bunun üst seviyelerde cereyan ettiği bir atmosferde, aslında her gizliliğin hayatta kalmanın bir gerekçesi olduğunu görürsünüz. Ne demek istediğimi anlamak isterseniz Girit tarihini ve mübadele yıllarını iyi okuyunuz. Bunun için ise sizlere önereceğim en baş yapıtlardan bir tanesi Ali Ekrem ERKAL’ın Girit Tarihi I,II,III kitaplarını sizlere tavsiye ederim.
Silvan Güneş
Biyografi Yazarı
